1995’te, Yeni Demokrasi Hareketi’nin (YDH) son döneminde, partinin lideri Cem Boyner benden hareketin (ve sonrasında partinin) tarihini yazmamı istedi. Teklifi sunarken, “bize yağcılık yapmayacak biri olsun istedik, aklımıza sen geldin” demişti.
Bir yıl boyunca hareketin dokuz kişilik ilk toplantısının tutanakları dahil çok sayıda belge okudum, önde gelen YDH’lılarla söyleşiler yaptım, Cem Boyner’le de bir-iki aya yayılan ve toplamda 30-40 saati bulan görüşmeler gerçekleştirdim.
Ne var ki, bir yıl kadar çalıştıktan sonra Boyner’e teslim ettiğim metin bir türlü kitap olarak basılmadı. O zamanlar bunu metindeki eleştirel dozun yüksekliğiyle açıklamıştım kendi kendime (yani YDH’ya yağcılık yapmamış olmamla). Bilmiyorum, belki de başka bir nedeni vardır ama o gün bu gündür kimse bana hiçbir açıklamada bulunmadığı için böyle düşünmeye devam ediyorum.
Bu arada kitap için söyleşiler yaptığım YDH’nın önde gelen isimleri, Boyner’e teslim ettiğim metni okumak istiyorlar, dijital kopyasını benden isteyip duruyorlardı. Kendilerine, yaptığımın profesyonel bir iş olduğunu, Boyner’in başlangıçta kararlaştırdığımız ücretimin tamamını ödediğini, dolayısıyla onun izni olmadan böyle bir şey yapamayacağımı söylüyor, metni okumak isteyenlerin Cem Boyner’e baş vurmaları gerektiğini anlatıyordum.
Sonunda “baskı”lardan o kadar bunaldım ki, bendeki kopyayı bilgisayarımdan sildim ve onlara, artık baskı yapsalar da bunun bir anlamının olmayacağını söyleyip kurtuldum.
Dediğim gibi, kitap bugüne kadar yayımlanmadı, fakat gönderdiğim metin Cem Boyner tarafından saklanmıştır diye düşünüyorum.
1990’larda öne çıkan iki liberal hareketten birinin kitabının başına gelen, öbürünün başına gelmedi. Öbürü, yani Liberal Demokrat Parti’nin (LDP) hikâyesi, üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra geçtiğimiz ay kitap halinde yayımlandı.
Gazeteci Fatih Vural imzalı Besim Tibuk: Asabı Bozuk Liberal, Tibuk biyografisinin LDP yıllarını kapsayan ikinci kitabı. Birinci kitapta (Yarını Yaşayan Adam, 2017) Tibuk’un siyaset öncesi dönemi ele alınıyordu.
“En fazla iki yıl beklerim, başbakan olamazsam…”
Fatih Vural’ın yayımlanmış kitabını anlatmaya, benim yayımlanmamış kitabımı hatırlatarak başlamamın bir nedeni var: 1990’ların iki liberal partisinin liderlerinin siyaset yapma ve siyaseti sürdürme kararlılıklarının olumsuz anlamdaki benzerlikleri…
Toplumların yalnız Türkiye’de değil dünyada da popülist liderlere ve siyasetçilere, liberal liderlerden ve siyasetçilerden daha fazla teveccüh göstermesi hiç kuşkusuz esasen toplumların siyasete bakışları ve siyaset algılarıyla bağlantılı. Fakat Türkiye’deki liberal hareketlere teveccüh eksikliğinin, onları taşıyan somut siyasetçilerden kaynaklanan nedenlerinin de olduğu muhakkak; YDH ve LDP örnekleri bize bunu gösteriyor. Bu yazıda, bunu anlatmaya çalışacağım.
YDH’nın 9 kişilik kurucular toplantısında dile getirilen ve benim toplantı tutanağından okuduğum bir uyarıyı hiç unutmuyorum. Nurettin Sözen döneminde İstanbul Belediyesi Genel Sekreterliği görevini yürüten Tuğrul Erkin’den gelmişti bu uyarı: “Şunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız: Bu halk, gemilerini yakmadan yola çıkmış zengin çocuklarının peşinden gitmez!”
Tuğrul Erkin, halkın, bir hevesle siyasete girdiğini ve dolayısıyla kendisini her an yolda bırakacağını düşündüğü siyasetçilerin peşinden gitmeyeceğini söylerken tamamen haklıydı. Doğrusu her iki liberal lider de halkta bu duyguyu uyandırmıştı. Halkın böyle hissetmekte ne kadar haklı olduğunu ise bizzat bu liderlerin siyasetten uzaklaşmalarından sonra anlattıkları doğruluyor.
Mesela Cem Boyner, hayatının ne kadarını siyasete ayırabileceğini anlatırken bana şöyle demişti: “Ben Süleyman Demirel gibi bütün ömrümü bu işe adayamam. Siyasete girerken ya iki yıl içinde başbakan olurum ya da bu işi bırakırım.”
Benzer bir tavrı Besim Tibuk’ta da görüyoruz. Gerek onun dobra dobra konuşmayı seven biri olması gerekse de Fatih Vural’ın muhatabını “konuşturan” iyi gazeteciliği sayesinde, Tibuk’un başlangıçta verdiği “kararlı siyasetçi” izleniminin sahih olmadığını anlayabiliyoruz.
“Yüzde 1 alalım, yine devam ederiz”
LDP, ilk seçimi olan 1999’da sadece binde 4 oy aldı. Tibuk, bu moral bozucu sonucu siyasi kararlılığının altını çizmede ustalıkla kullandı.
“Seçimden hemen sonra Cüneyt Özdemir’in CNN Türk’te sunduğu 5N1K programında (…) 1999 Genel Seçimi sonuçlarından söz açıldığında sözünü sakınmadı; ama enseyi de karartmayacaktı!
Bir gün iktidara gelebileceğinize inanıyor musunuz?
“Dalga mı geçiyorsunuz Cüneyt Bey? Niye parti kurduk, uğraşıyoruz?” (S. 272-273).
3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde Tibuk, partisinin oy oranının yüzde 7-10 arasında olduğunu, seçimlerde bu oranın yüzde 25’e kadar çıkabileceğini söylüyordu. Katıldığı bir televizyon programında “Bu seçimde yüzde 25 sandıktan çıkmazsa ne yapacaksınız?” sorusuna şu cevabı vermişti:
Devam edeceğim. Biz yüzde 1 oy alalım, yine yola devam ederiz. Siz, Dünya yuvarlaktır diye inanıyorsunuz. Karşınızdaki bin kişi Dünya düzdür diye inanıyorsa siz de düz mü diyeceksiniz. Niye vaz geçelim? Böyle saçma şey olur mu?” (S. 327).
Ne var ki Tibuk, partisi o seçimde 1999’un bile gerisine düşünce büyük bir yeise kapıldı, üç gün sonra da yakın arkadaşlarını evine çağırarak partiyi ve siyaseti bırakma kararı aldığını açıkladı.
Fatih Vural, kitabı hazırlarken Tibuk’a bu kopuşu da hatırlatmış, sorulması gerekeni de sormuştu:
“Mademki bırakıp gidecekti, neden, 2002 yazında TV8’deki programda, yüzde 1 alsalar bile yola devam edeceğini söyledi?”
Tibuk’un cevabı:
“Evet, ne olursa olsun yola devam edeceğimizi söylüyordum. Bunu söylememin nedeni de partiye bağlı insanların moralini bozmamaktı.”
Akla davet yeter mi?
İnsanların politik tercihlerini, kendi somut maddi çıkarlarına uygun olarak ve akıllarını kullanarak yapacaklarına dair inanış, modern siyasetin en önemli yanlış kabullerinden biriydi. Bu inanış, zihinbilimin, insanların her alanda karar verirken esasen ve öncelikle akıllarını ve mantıklarını kullandıklarını vazeden dönemine denk geliyordu. Ne zaman ki zihinbilimin beynin karar mekanizmalarına dair bulguları derinleşti ve insanların tercihte bulunurken duygularını mutlaka yardıma çağırdıkları anlaşıldı, duygu alanına bakış tümden değişti.
Aynı bakış açısı değişikliği siyasette de gerçekleşti. Madem duygular siyasi tercihte bu kadar önemliydi, o halde duyguların üzerinde sörf yapmak ya da duyguları manipüle etmek artık siyasetin doğal hali sayılmalıydı.
Bunu ilk fark edip kullananların “akıl”dan başka değer tanımayan solcu ya da liberal siyasetçiler değil de popülist siyasetçiler olması kimseyi şaşırtmazdı.
Nitekim öyle oldu ve hâlâ bu keşiflerinin onlara sağladığı avantajı kullanmaya devam ediyorlar.
Duyguların siyasetteki önemini anlama ve kullanma performansı açısından açık ara önde olan popülistleri bir tarafa bırakıp solcu ve liberal siyasetçiler karşılaştırırsak, burada da solcuların açık ara önde olduğunu görürüz. Liberaller, “biz özgürlük ve refahın nerede olduğunu gösteririz, halk aklını kullanırsa çıkarının nerede olduğunu görür, göremezse de kendi bilir” havasında siyaset yapmayı sürdürüyorlar.
Fatih Vural’ın kitabında bunun altını dolduracak çok örnek var. Birkaçını aktarayım:
“Bu millete fedakârlık yapmaya değmez”
Besim Tibuk (1999 seçimlerinden sonra kendisine yöneltilen “Hiç siniriniz bozulmadı mı?” sorusuna cevap verirken):
“(Kahkaha atıyor) Halkımızın morali bozulsun. Çok komikti bu. Benim ne moralim bozulacak. (…) Ha, halkımız son seçimde öyle oy verdi. Sonucuna katlanıyor.” (S. 273).
Fatih Vural, 2002 seçimleri sonrasının Besim Tibuk’unu da şöyle anlatıyor:
“Seçimden üç gün sonra partide kendine yakın gördüğü isimleri Bebek’teki evine davet eden Tibuk, partiyi ve siyaseti bırakma kararını arkadaşlarıyla paylaştı. (…) Partinin akıbetine arkadaşlarının karar vermesini istedi, Besim Tibuk. Sonuç karşısında topluma büyük kırgınlık duyduğunu belli ederek, ‘Partiyi ister açık tutun ister kapatın. Gidip, hayatınızı yaşayın. Bu millete fedakârlık yapmaya değmez’ dedi.” (S. 335-336).
Fakat kanaatimce Besim Tibuk, kendi yenilgisini doğru biçimde açıklayan cümleyi, seçimden iki hafta sonra parti binasına son defa geldiğinde sarf etmişti:
“Partiler sadece programlarıyla değil, liderleriyle de topluma umut olmalıdır. Ben olamadım.” (S. 335).
Çok doğru. Bir toplumun bir siyasi programa meyletmesinin ön koşulu, o programı somut olarak taşıyan insanları (başta lider tabii) sevmesidir. Bu duygu yoksa akıl devreye girmez ve ne kadar “doğru” olursa olsun o program “görülmez.”
Çok basit görünüyor, fakat değil. Basit olmadığı, liberallerin ortaya böyle siyasetçiler çıkaramamasından da belli değil mi?