Ana SayfaYazarlarPutin ve Stalin

Putin ve Stalin

 

28 Ocak 2018] Tarih, demişti E. H. Carr, geçmiş ile bugün arasında sürekli bir diyalogdur. Anlamı şuydu: Şimdiki zamanda yaşananlar, yeni gelişmeler, önümüze gelen farklı sorunlar, geçmişe dair de yeni yeni sorular sormamıza yol açar. Veya, önümüzde bizi nelerin beklediğini ister istemez geride kalan tecrübelerimizden hareketle anlamaya, “yeni” için “eski”yi bir metafor olarak kullanmaya çalışırız. (Örneğin 1960’ların kitle hareketleri Eski Yunan ve Roma tarihine bakışta köle ayaklanmalarının; komünizmin çöküsü ise [ne kadar sınırlı da olmuş olsa] Antik demokrasinin değerinin tekrar keşfedilmesi ve öne çıkarılmasını beraberinde getirir. Türkiye’de Kemalizm, ancak 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî rejimlerinin resmî Atatürkçülük söylemi herkesi iyice bıktırdıktan sonra, doğru dürüst sorgulanır oldu. Yaşamakta olduğumuz çağ dönümü [veya Yakınçağ ile sonrası arasındaki belirsizlik aşaması], İlkçağ – Ortaçağ geçişindeki Germen-Slav istilâları Karanlık Çağı’ndan [the Dark Ages] hareketle yeni bir “karanlık çağ” [a new dark age) olarak niteleniyor.) Dolayısıyla tarih sonlu değil sonsuz aslında. Sonsuz, çünkü olmuş bitmiş, artık değişmeyen bir olgular yığını gibi gözükse de, biz, yani zamanın son noktasında, bugünde yaşayan insanlar tarafından sürekli kurcalanmak ve yeniden yorumlanmaktan kurtulamaz.

 

Buna iki şey eklemek, daha doğrusu iki noktanın altını iyice çizmek istiyorum. Birincisi, bu hem tarihçiler hem tarihçi olmayanlar (yani meselâ politikacılar) için de geçerlidir. Herkes, halen yaşananlardan hareketle geçmişe tekrar bakabilir ve/ya geçmişte neyi beğendiği, neyi beğenmediğini değiştirebilir; kendine yeni bir geçmiş seçebilir. İkincisi, artık âşikâr olsa gerek ama gene de belirteceğim; geçmiş ile bugün arasındaki ilişki daima bugünden kurulur. Geçmiş bugünü yüzde yüz belirlemez, bize illâ şunu yapacaksınız, bunu yapmayacaksınız demez. Bugün yaşayan insanlardır ki mevcut konumları, düşünceleri, çıkarları, zihniyet yapıları temelinde, geçmişi didikler, ayıklar, parçalar; hangi unsurlarını sevip sevmediklerine, ya da kendileri için hangi geçmişi/geçmişleri daha yararlı ve kullanışlı bulduklarına karar verirler. Bunu bir kaçınılmazlık veya mümkün olan biricik tercih gibi göstermek; “tarihimiz bize şunu emrediyor, kültürümüz bize bunu emrediyor” türü kitaplar yazmak veya nutuklar atmak ise bir sonraki ideolojik ameliyedir.

 

Bütün bunları somutlamak için şu anda fevkalâde bir örnek var önümde: Rusya’da Putin’in Stalin’le ve Stalin’in mirasıyla yeniden ilişki kurma biçimi.

 

Yakın zamanda çevrilmiş bir film var, The Death of Stalin diye (Stalin’in Ölümü). İngiliz-Fransız ortak yapımı. Ekim 2017’de vizyona girdi. Siyasi bir hicviye. Stalin’in felç geçirmesinin ardından, son günlerinde ve ölümünden sonra Merkez Komitesi’nde patlak veren iktidar mücadelesini; bir tarafta Beria ve Malenkov’un, diğer tarafta Kruşçev ile Kaganoviç’in, Molotv ve Zukov’un desteğini sağlama çabalarını; ordu ile NKVD arasındaki çatışmayı; sonunda Beria’nın tasfiye ve yargısız infaz edilmesiyle Kruşçev’in duruma nasıl hâkim olduğunu, bir komedi üslûbunda anlatıyor. Ama içeriği aslında çok gerçekçi. Hem kurgu benim az buçuk âşinâ olduğum bütün siyasî ve akademik literatüre uyuyor. Hem de bu Komünist Partisi lider kadrosunun, neredeyse monarşik diyebileceğimiz bir rejimin doruğundaki bu “saray darbesi” ânındaki davranışları, korkuları, Stalin’den yılmışlıkları, ihtirasları, açgözlülükleri, entrikacılıkları, hayatta kalma içgüdüleri, kalleşlik ve yalancılıkları, bir “kapalı toplum” türü olarak Sovyet rejiminin içyüzü ve ürettiği insan davranışları hakkında bildiğimiz her şeyi doğruluyor.

 

Hal böyleyken, Putin yönetiminin reaksiyonu ne? Tahmin edebileceğiniz gibi… filmin Rusya’da gösterilmesini yasaklamak! Kararın kaynağı, Kültür Bakanlığı. Gerekçe, ülkenin geçmişini karalamak. Kültür Bakanı Vladimir Medinsky’ye göre, yasak kararı sansür demek değil (ya ne?); daha ziyade bir ahlâk sorunu. “Yaşlı kuşaktan pek çok insan,” diyor Medinsky, “bu filmde Sovyet döneminin hakaretâmiz bir karikatürünü bulacak.” Acaba? Batı basınında çıkan haberlere göre, yasak kararına Moskova sinemaları arasında bir tek Pioneer Cinema uymamış. 25 Ocak Perşembe günkü ilk gösterim kapalı gişe gerçekleşmiş; dahası, 3 Şubat’a kadarki bütün biletler de hemen satılıp bitmiş. O birinci seanstan çıkanlar pek de Kültür Bakanı gibi konuşmamış doğrusu. BBC’nin Rusça kanalı genellikle olumlu reaksiyonlar toplamış. Adamın biri kendinizi hakarete uğramış gibi hissediyor musunuz diye sorulduğunda “ne münasebet” demiş. Stalin öldüğünde öğrenci olan iki yaşlı kadın (Dina Voronova ve Ella Katz) Reuters muhabirine filmi beğendiklerini söylemiş. Başka bir kadın “bu filmi mutlaka görmek gerektiğini” savunmuş; bir dördüncüsü “böyle bir filmi yasaklamanın gerçekten çok aşırı kaçtığını” dile getirmiş. Putin’in Kültür Bakanı, kendi kanaatlerini halkın görüşünün yerine mi geçiriyor dersiniz? Fakat hal böyleyken, sonucu iktidarın alışılmış “bilek bükme” yöntemleri belirlemiş. Giderek artan sayıda polis yığılmış, Pioneer Cinema’nın fuayesine.  Ardından sinema yönetimi “ellerinde olmayan nedenlerle” filmi artık göstermiyeceklerini ve bütün bilet paralarının iade edileceğini duyurmuş.

 

Şimdi bir düşünün; Sovyetlerin resmen sona erdiği 1991 sonunu değil de Gorbaçev’in liderliği alıp glasnost ve perestroika sloganları altında demokratikleşmeyi başlatmasını esas alırsak,  1917-1985 arasında neredeyse yetmiş yıl bir tek parti diktatörlüğü altında yaşamış bu toplum. O diktatörlüğün en feci, en kanlı dönemi de Stalin’in parti genel sekreterliğinde gerçekleşmiş. Lenin 1922-24 arasında hastayken ipleri elinde toplamış. Lenin öldükten sonra, 1924-29 arasında bütün rakip ve muhaliflerini tasfiye etmiş. 1929-53 arasında ise Sovyetler Birliği’nin tek hâkimi olmuş. Bir hesapla 31, bir hesapla 29, bir hesapla 24 yıllık bir diktatörlük söz konusu. Tarımın zorla kollektifleştirilmesi ve hızlandırılmış sanayileşme bu yıllarda gerçekleşmiş. Ülkeye yukarıdan empoze edilen bu cebrî yürüyüşün bedeli çok ağır olmuş. Kollektif çiftliklerin kurulmasına eşlik eden müsadereler köylünün belini kırmış. Sovyetler Birliği çapındaki 1932-33 kıtlığı çerçevesinde, sadece Ukrayna’daki Holodomor’da  7 ilâ 10 milyon insan açlıktan can vermiş. Her türlü itiraz ve muhalefeti ezmek için, Sibirya’daki zorunlu çalışma kamplarından oluşan alternatif bir toplum, itaatkâr Sovyet vatandaşlarını barındıran “cennet”e paralel bir “cehennem” yaratılmış. Tam adı olan Glavnoye Upravleniye Lagerej’den kısaltma yoluyla Gulag diye adlandırılan bu cehenneme, sadece 1929-53 arasında 14 milyon insan tıkılmış ve 1993’te Sovyet arşivlerinden derlenen verilere göre, sırf 1934-53 arasında 1,053,829 kişi kamplarda can vermiş (1919-34 arası hiç kayda geçmemiş). Stalin döneminin toplam kurbanları ise 20 milyon civarında. Dolayısıyla salt nicelik, ölü sayısı açısından tarihin ikinci en korkunç diktatörü (birincisi Mao, asgari 18 azami 45 milyon kayıp). İkinci Dünya Savaşı’nda da, ilk başta gafil avlanmış üstelik. Hitler’e inanmış; 1939’daki Molotov-Ribbentrop paktına fazla güvenmiş; Doğu Avrupa üzerinde egemenliği Nazizmle paylaşabileceğini hayal etmiş. 22 Haziran 1941’de Barbarossa Harekâtı başladığında şok geçirmiş ve günlerce Kremlin’deki odasından çıkamamış. Paranoyası yüzünden yüksek komuta kademesinde yapmış olduğu tasfiyeler çok pahalıya patlamış. Sovyet orduları Alman blitzkrieg taktikleri karşısında uzun süre çok kötü yönetilmiş. Örneğin resmî Sovyet tarihlerinin göklere çıkardığı şanlı Leningrad savunmasında, şehri zamanında boşaltamamanın ve yiyecek stoklarını dağıtıp bombardıman hedefi olmaktan kurtaramamanın yol açtığı, aynı resmî tarihlerde itinayla hasıraltı edilen korkunç kıtlık, 800,000’i sivil halktan olmak üzere toplam 1.6 – 2 milyon vatandaşın canını almış. İlginç bir detay da şu: sıradan halkın yüzde 40’ı, parti üyelerinin ise sadece yüzde 15’i açlıktan ölürken, nomenklatura denen parti ve devlet üst kademelerinden tek bir kişi bile bu yüzden hayatını kaybetmemiş. Sovyetler Birliği’nin 1941-45 arasındaki İkinci Dünya Savaşı kayıpları (ölü sayısı) en az 25.6 milyon. İnanılmaz bir rakam. Evet, Nazizme karşı mücadelenin en ağır yükünü Doğu Cephesi ve SSCB taşımış. Ama bunun da kolay hesaplanamayacak bir bölümü, Stalin’in hatâları yüzünden yitirilmiş. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1956’daki 20. Kongre’sinin kapalı bir oturumunda  Kruşçev’in yaptığı Gizli Konuşma (Secret Speech), “Stalin’in suçları, kişiye tapma kültü ve sosyalist yasallığın çiğnenmesi” konusundaki gerçeklerin ancak bir bölümünü dile getirebilmiş.

 

Stalin pekâlâ farkındaymış aslında ne yaptığının. Geri bir toplumu ancak müthiş bir cebir ve şiddet uygulamasıyla toparlayıp birleştiren ve disiplin altına alan başka büyük Rus reformatörlerine benzetmiş kendini. Özellikle Korkunç İvan’ın (1530-1584; hükümdarlık dönemi 1547-1584) ve Büyük Petro’nun (1672-1725; hükümdarlık dönemi 1682/1696 – 1725) devamı gibi görmüş. Zaten bu yüzden, Sergey Eisenstein’a Korkunç İvan filmleri siparişini vermiş. İlki 1944’te vizyona girmiş; ikincisi ise ancak Stalin öldükten sonra, 1958’de gösterilebilmiş.

 

Sonra… Sonra Kruşçev’in kısmî destalinizasyon denemesi yarım kalmış. 1964’de devrilmiş ve sonraki 19 yıl boyunca bu sefer Brejnev (1964-1983) Sovyetler Birliği’nin resmî çehresi haline gelmiş. Onun da ‘83’te ölümüyle Sovyetler artık tamamen can çekişme sürecine girmiş. 1989-91’de büyük kitle hareketleri yaşanmış bütün Doğu Avrupa’da. Bütün o polis devletleri peşpeşe yıkılmış. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği de Aralık 1991’de kendi kendini feshetmiş. İnsanlığın 19. yüzyıl ortalarında başlayan sosyalizm denemesi böylece sona ermiş.

 

Bir karışıklık ve istikrarsızlık aşaması yaşanmış, sonraki yıllarda. Çarlık döneminde de, Sovyet döneminde de demokrasiyi hemen hiç tanımayan Rusya halkları, yönetememiş demokrasiyi açıkçası. Ekonomide sosyalizmde kapitalizme geçiş, sağlıklı bir kurumlaşma ve piyasalaşmayla değil, mafyalaşmayla, muazzam yolsuzluklarla ve mülti-milyarder “oligark”ların fırsatçı yükselişiyle; politikada tek partiden çok partiye geçiş, düzgün bir demokratik işleyişle değil, keza mafyalaşma, dağılma ve istikrarsızlıkla özdeşleşmiş. İnsanlar geçmişi ne çabuk unutur! İstikrar olsun da ne olursa olsun özlemleri kabarmış. Güçlü lider arayışlarına yönelmiş ve eski bir KGB yarbayını, “buzdan adam” Putin’i iktidara  getirmiş. O da yakın ve sadık adamı Medvedev’le kısmî dönüşüm içinde, 1999’dan beri adım adım pekiştirmiş tek adamlığını. 1999-2000 arasında başbakan, 2000-2008 arasında cumhurbaşkanı, 2008-2012 arasında başbakan, 2012’den bu yana tekrar cumhurbaşkanı olmuş. Çeşitli rakip ve muhalifleri kaybolmuş birer birer. Kimisi yolsuzluk gerekçesiyle (ve uzun yıllar çıkmamacasına) hapse atılmış. Kimisi yurt içi ve yurt dışında esrarengiz suikastlere kurban gitmiş. Gizli polis tekrar ve çok güçlenmiş. Ordu toparlanmış; Rusya’ya bitişik kuşağa, Ukrayna’ya ve Suriye’ye derece derece ağırlığını koyabilmiş. Hemen bütün özgürlüklere, basına, kültür ve sanat hayatına adım adım kısıtlamalar gelmiş.

 

Putin halen Birleşik Rusya partisinin mutlak hâkimi. Bizatihî partisinin adı çok şey söylüyor zaten. Sosyalizmin yerini ulusal birlik ve büyüklük almış. Vladimir Vladimiroviç Putin, katıksız bir Büyük Rus milliyetçisi. Komünistliği bir yana (veya belki komünistliğiyle birlikte), Stalin de Putin için Rusya’yı büyük ve güçlü kılan tarihî şahsiyetlerden biri, belki en önemlisi. Demokrasi ve özgürlük de neymiş? Önemli olan otorite, kuvvet, istikrar, birlik ve beraberlik. Stalin’in şahsında (yakında 75’inci yıldönümü kutlanacak olan) 1942-43 Stalingrad zaferi öne çıkıyor (Atatürk de Millî Mücadele’den mi ibaretti?); başka herşey ise bilinçli bir tercihle unutuluveriyor. Yirmi milyon ölü? Moskova Duruşmaları (bizdeki İstiklâl Mahkemeleri’ne paralel)? Bütün eski Bolşeviklerin düzmece suçlamalarla itlâfı? Parti çizgisinden (gerçek veya hayalî) en küçük sapmanın “hain”liğe dönüşmesi? Olur böyle şeyler. Yumurtaları kırmadan omlet yapamazsınız. Veya: kurunun yanında yaş da yanar. Hepsi, bu tür klişe apolojilerle, devrimin, modernizasyonun ve büyük devlet olmanın zorunlu bedellerine yazılıyor.

 

İşte böyle, bugünden ve millî gurur üzerinden kuruluyor, Putin – Stalin ilişkisi. Onyılların Stalinizmi, Putin’lerin fideliğini hazırlamış bir bakıma. Stalin Korkunç İvan’ı seçmiş, benimsemiş. Putin de Stalin’i benimsiyor; böyle bir tarih seçiyor kendine. Kaygım şu: Acaba bu daha büyük bir tablonun bir parçası mı? Genel bir trend mi? Batı sönmeye yüz tutarken Rusya ve (Zi’nin Putin’e taş çıkartan bir yol izlediği) Çin gibi otoriter yönetimlerin yükselişine mi tanık olacağız? Bir yönüyle insanların kanıksadığı, soğuduğu ve yabancılaştığı (Batıda seçimlere katılma oranlarına bakın), bir yönüyle ise toplumları yönetilemez hale getirmekle suçlanan “mevcut demokrasi”nin yerini, hiç olmazsa bir süre, geçmiş imparatorlukları andıran otoriter rejim ve sistemler mi alacak?

  

 

  

 

 

  

- Advertisment -