Geçen hafta Cuma ve Cumartesi günleri (7-8 Ağustos) Paris’te Trocadéro Meydanı’nda bir fotoğraf sergisi vardı. Sergilenen fotoğraflar, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya ile birlikte altına imza attığı Nükleer Anlaşma ile uluslararası camiada övgülere mazhar olan İran’ın “reformist” Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani döneminde infaz ettiği idam mahkûmu binlerce kişiyle ilgiliydi.
İran’da Ruhani’nin seçildiği 2013’ten bu yana Uluslararası Af Örgütü’ne (UAÖ) göre 1800 üstünde kişi idama mahkûm edilmiş, cezaların çoğu da infaz edilmiş bulunuyor. Bu sayının 700 kadarı sadece bu yıla ait. İran bu sayıya karşı çıkarak sadece 246 kişinin idama mahkûm olduğundan söz ediyor. UAÖ verilerine göre yaklaşık üç günde bir kişinin idama mahkûm edildiği İran’da Ruhani dönemindeki infazlar, son 25 yıldakilerden fazla. Dünyada idama mahkûm olanların bu dönemdeki toplam sayısı da İran’daki kadar değil. UAÖ böyle devam ettiği takdirde sayının yılsonuna kadar 1000’i aşacağı kaygısını taşıyor.
Ruhani Cumhurbaşkanı seçildiğinde genel beklenti İran’ın bu dönemde insan hakları alanında ilerleme sağlayacağı yönündeydi. 2013’te Yurttaş Hakları Şartı hazırlanmıştı. Ayrımcılığın ve işkencenin önlenmesi başta olmak üzere temel hak ve özgürlükleri evrensel standartta sağlamıyor olsa da, İran rejimi bakımından önemli bir reform programı niteliği taşıyan bu Şart ne yazık ki proje halinde kaldı.
BM İnsan Hakları Konseyi geçen Mart ayında İran’da insan haklarını incelemekle görevli özel raportörün görev talimatını yenilemek zorunda kalmıştı. Görevini tamamlamak için ilave süreye gereksinim duyulduğundan değil, İran hükümeti raportör ve uzmanların ülkeye girişine izin vermemekte direndiği için.
Konsey, Ekim ayındaki toplantısında, insan haklarının periyodik incelenmesi çerçevesinde, İran’daki durumun çok kötü olduğu, hükümetin 2010’da kabul etmiş olduğu tavsiyelerin gereğini aradan geçen dört yıl içinde yerine getirmediği sonucuna varmış, İran temsilcisi de bu konularda neden adım atılamadığını bir sonraki toplantıda açıklama sözü vermişti.
Tuhaf ama gerçek olan şu ki İran’da, uluslararası kamuoyunun “reformist” olarak nitelediği Ruhani’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde herhangi bir reform yapılabilmiş değil. UAÖ’ye göre, ülkede ifade ve örgütlenme özgürlüğü üzerindeki baskılar sürüyor. Yabancı medyaların uydu yayınları engelleniyor. Başta Hüseyin Musavi olmak üzere muhalif isimler herhangi bir yargı kararı olmaksızın ev hapsinde tutuluyor. Muhalif gazeteci, avukat, sendikacı ve insan hakları savunucuları hapis cezasına mahkûm ediliyor. Bunlar arasında sadece hükümetin görüşlerine aykırı fikirleri savundukları için genelde alkol alan ve oruç bozanlara uygulanan kırbaç ya da kol, bacak kesme cezalarına mahkûm edilenler bulunuyor.
UAÖ, İnsan Hakları 2014/15 raporunda, İran’da özellikle istihbarat ve güvenlik servislerinde gözaltında kötü muamele ve işkence uygulamalarının yaygın şekilde sürdüğü, tutukluların aile bireylerine haber verilmeden uzun süre tutulduğu, avukatlarıyla görüştürülmediği ve bu gibi konulardaki iddia ve şikâyetlerin araştırılması yoluna gidilmediği vurgulanıyor. Ayrıca hasta ve işkence nedeniyle olanlar dâhil yaralanan tutukluların gerektiği gibi tıbbi yardım alamadığının altı çiziliyor.
Yıllık raporda ayrıca, ayrımcılık yasağı ve azınlık hakları, kadın hakları, özel hayatın gizliliği ve tarafsız yargı alanlarındaki ciddi sorunlar hakkında ayrıntılı bilgiler yer alıyor. İran’da Fars ve Şii çoğunluğun yanı sıra, önemli bir Azeri, Arap, Kürt, Türkmen ve Beluci nüfus ve Sünnilerle birlikte Hristiyan, Sufi, Bahai gibi dini azınlıklar yaşadığı için bu başlıklardan ilki üzerinde biraz daha ayrıntıyla durmakta yarar var.
Ayrımcılık ve azınlık hakları ihlalleri
Cumhurbaşkanı Ruhani’nin etnik ve dinsel azınlıkların sorunlarıyla ilgilenmek üzere özel bir Müsteşar görevlendirmesi bu grupların maruz kaldığı ayrımcılığın ortadan kaldırılması için yeterli olmuş değil. Ayrımcılık o kadar ilkel düzeyde ki bu grupların konut, eğitim, sağlık hizmetlerine erişimini bile olumsuz etkiliyor. Etnik azınlıkların ana dilde eğitimi bir yana ana dillerini öğrenmelerinde dahi büyük sıkıntılar yaşanıyor.
Etnik azınlık mensupları ayrıca “Tanrı’ya hakaret” ya da “ulusal güvenliği bozmak amacıyla bir araya gelmek, toplanmak” gibi muğlak suçlarla idam cezasına bile mahkûm edilebiliyorlar. Örneğin geçen Ekim ayında 33 Sünni Kürt bu ve benzeri suçlamalarla idama mahkûm olmuşlardı. Aralıkta Urumiye Cezaevinde, tutukluluk koşullarını protesto amacıyla açlık grevi yapan 24 siyasi Kürt mahkûm derhal öldürülmekle tehdit edilmişlerdi.
Dini azınlıklar üzerindeki baskılar da farklı değil. Örneğin geçen Eylülde cezaevinde açlık grevi yapan 9 arkadaşlarına destek vermek üzere Tahran’da barışçıl bir gösteri yapan yaklaşık 800 Gonabadi dervişi tutuklanmıştı. Sufi Gonabadiler, Bahailer, ateistler öteden beri baskı altında tutuluyorlar. Buna Şii olmakla birlikte resmi Şii yorumlara katılmayanlar üzerindeki baskıları da eklemek gerekiyor.
İran’ın “felâket” olarak nitelenebilecek ve BM özel raportörü Ahmet Şahid’e göre Ruhani döneminde daha da kötüleşen insan hakları sicilini bir köşe yazısında özetlemek kolay değil. Şahid, geçen Martta yıllık raporunu sunarken, İran’la nükleer anlaşma müzakerelerinin tarafı olan ülkelere rejim üzerindeki baskıların sürdürülmesi gereğini vurgulamıştı.
Ruhani rejiminin elini güçlendiren Nükleer Anlaşma, İran’a uygulanmakta olan ambargonun kaldırılması suretiyle dost İran halkı üzerindeki ekonomik baskıların hafiflemesine de hizmet ediyor. O bakımdan İran’la nükleer anlaşmaya varılmasını olumlu karşılamak gerekir. Ancak rejimin güçlenmesi, son iki yıl içinde görüldüğü gibi, ülkede insan hakları ihlallerini arttırma riskini de içeriyor. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde Ruhani rejimi üzerinde insan hakları alanında ivedilikle reform yapması için baskıyı arttırmak kaçınılmaz bir zorunluluk.
İran rejimi, Daesh ile mücadele ettiği için ABD ve Avrupalı ortaklarının gözüne eskisinden çok daha sevimli geliyor belki ama burnunu soktuğu bölgeye hâkim olması, kendi ülkesinde etnik ve mezhepsel ayrımcılık yaptığı dikkate alınırsa son derece tehlikeli elbette.
Ruhani rejiminin güdümündeki medyanın son haftalardaki hedeflerinden birinin de Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu görülüyor. Öteden beri PKK yönetimi üzerinde etkisi olan İran, Türkiye’nin terör örgütünün kamplarına düzenlediği operasyonlardan rahatsızlık duyuyor olmalı ki güdümlü medyası, PKK/HDP cephesi gibi, bunların Daesh’le mücadeleyi zayıflattığı temasını işliyor. Devrim Muhafızları tarafından yönetildiği bilinen Press TV daha da ileri giderek Cumhurbaşkanımızın kızı Sümeyye Erdoğan'ı Suriye sınırındaki bir hastanede tedavi edildiği iddia edilen Daesh militanlarını ziyaret etmekle suçluyor.
İran devlet geleneği güçlü, diplomasiyi iyi bilen bir ülke ve İranlı yetkililer bize demokratik bir ülkede olduğu gibi orada da medyanın bağımsız olduğu hikâyesini anlatabilirler. Halkı dost olan komşu İran’la ilişkileri gerginleştirmek doğru değil elbette. Ama Ruhani rejiminin kendi demokrasi sorunlarını çözeceği yerde komşu ülkelerdeki silahlı gruplarla flört etmesinin kabul edilecek bir tarafı da bulunmuyor
.
Hatırlatmak gerekirse, İran rejimi muhalifi 35 siyasi parti ile ABD ve AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) ve siyasi kolu İran Ulusal Direniş Konseyi sürgünde faaliyet gösteriyor. Türkiye bakımından Tahran’ın PKK ile flörtü, İran için Ankara’nın HMÖ ile yakın ilişkiye girmesi ne ise aynen o anlamı taşıyor.
.