Bir insan ve yurttaş olarak, ülkenin içinde bulunduğu konumu dikkate alıp, bu zor ve sıkıntılı dönemin aşılması amacına yönelik kafa yormak ve fikir üretmek durumundayız. 2016 berbat bir yıl oldu. Peşpeşe gelen terör ve şiddet eylemlerinin ardından, bir de haince darbe yaşadık. Belki 2017 bir umut başlangıcı olur ve artık iyi günler hayal ederiz diye heyecanlandık. Ancak yılın ilk saatlerinde, bir eğlence mekânına yapılan saldırı ile morallerimiz bozuldu. Şüphesiz bu saldırı, sadece bir eğlence yerine yapılmış bir saldırı değildi. Farklı bir yaşam tarzına yönelik bir barbarlık eylemiydi.
Saldırı, yaşam tarzına yönelik
Farklı yaşam tarzı deyip geçemeyiz. Çünkü barış, güvenlik ve güvenli yaşam, bir zincirin birbirine bağlı halkalarıdır. Bir halkanın kopması, er veya geç diğer bütün halkaları etkiler. Aslında bu biraz da bir trenin değişik vagon veya kompartımanlarına benzer. Şöyle düşünelim: Trenimizin lokomotifine bağlı çeşitli vagonlar var. Kimi vagonlarda Sünni Müslümanlar, kiminde Şiiler, kimisinde Hıristiyanlar, kimisinde Türkler, kimisinde Kürtler ve diğer etnik unsurlarımız oturuyor. Hattâ bazı kompartımanlarda bütün bu unsurlar bir arada seyahat etmekte. Ancak etnik veya dinî kimliği ne olursun olsun, bu farklı unsurların benimsemiş olduğu çeşitli yaşam tarzları var. Kimisi muhafazakâr, kimi liberal, kimi demokrat, kimi dindar, kimi aşırı dinci, kimi laik bir yaşamdan yana. Bütün bu tercihler Müslümanlarımız arasında mevcut. Aynı nitelikleri haiz Hıristiyan, Yahudi ve hattâ Ezidîlerimiz de var. Hepimizin en temel özelliğimiz insan ve yurttaş olmamız. Şimdi bu unsurlardan herhangi birine yapılmış bir saldırı, ister istemez bizleri de etkiler. Sadece birey olarak bizleri etkilemekle kalmaz; ülkeyi de etkiler, turizmi ve ekonomiyi de etkiler. Onunla da kalmaz; kazandığımız ve bölüştüğümüz ekmeği etkiler.
Biliyorum. Şimdi birileri “Onlar zengin, onlar üst tabaka, onlar aşırı lüks içinde yaşayan ‘sömürücüler’. Biraz da onlar acıdan pay alsın” diyecek. Özellikle Marksist bir kültür ile yoğrulmuş ve bütün ömrünü sermaye düşmanlığı yapmakla geçirmiş, “sol”dan gelip tarihe sadece “sınıf” penceresinden bakanlar bu şekilde düşünebilir. Ancak bu bakış açısının ne kadar yanlı ve yanlış olduğunu, azıcık Adam Smith’e bakarak bile anlamak mümkündür. Çünkü Smith’e göre birey kendisi için çalışırken aynı zamanda topluma da katkı sağlar. Yani Reina’da eğlenen, yüksek meblağlı hesap ödeyen, aynı zamanda iş ve istihdam sağlayıp vergi verendir de.
Elbette birilerinin din şemsiyesi altında bu barbarlığı meşru göstermesinin de bir gerekçesi olamaz. Bir kere dindar, herkesin dinine, inancına ve yaşam tarzına saygı duyar. Ancak meseleye dinci bir bakış açısıyla yaklaşanlar, herkese kendi yaşam tarzlarını dayatır; farklılığı asla bir zenginlik olarak kabul etmezler. Dindar hoşgörülü ve merhametlidir, dinci tahammülsüz ve dayatıcıdır. Dindarın referansı vicdanıdır, dincinin referansı ideolojisidir. Din ve ideoloji yakınlaşmasında, her zaman din kaybeder. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in, “Bu insanlık dışı katliamın bir pazarda veya bir mabette yapılmasıyla eğlence yerinde yapılmasının herhangi bir farkı yoktur” sözü, son derece yerinde bir değerlendirmedir.
IŞİD sürüye dalan kurt gibidir
Reina saldırısını ilk duyduğumda, olayın IŞİD tarafından yapılmış olduğunu düşündüm. Çünkü IŞİD, adeta sürüye dalan kurt gibi, sadece karnını doyurmak için öldürmez; öldürdükçe haz alır. Her zaman en kolay olana saldırır ve en büyük acıyı yaşatmaya çalışır. Bazen hedef Ankara’daki gibi sivil bir halk gösterisidir, bazen Antep’teki bir Kürt düğünüdür, bazen Berlin’deki bir pazar yeridir ve kimi zaman da Reina’daki gibi bir eğlence mekânıdır. Hülasa, IŞİD saldırılarının bir ahlak ve ilkesi yoktur; mabede de, ibadete de, amale pazarına da saldırır. Yegâne amaç daha çok zarar vermek ve daha büyük acılar çektirmektir.
IŞİD’in Türkiye’yi özellikle hedef seçmiş olmasının en önemli sebebi Fırat Kalkanı operasyonudur. Türkiye Fırat Kalkanı harekâtı ile IŞİD’e darbe vurdukça, örgüt Türkiye içine yönelecek ve daha çok saldırganlaşacaktır. Bu saldırılar sadece dış kaynaklı olmuş olsaydı, o zaman tedbir almak daha kolay olurdu. Ancak hepimiz biliyoruz ki örgüte Türkiye’den katılmış cihatçılar da var ve ülke içinde de IŞİD sempatizanları bulunmakta. Bunun yanında, Suriye’den Türkiye’ye sığınmış olan milyonlarca insan içinde IŞİD’çilerin olması da gayet doğal bir durum. Demek ki Türkiye hem kendi vatandaşları olan IŞİD’çilerin, hem de dışardan gelen IŞİD’çilerin tehdidi altında.
IŞİD El Bab’da sıkıştıkça Türkiye’ye saldırıyor
Biliyoruz ki IŞİD El Bab’da sıkıştıkça Türkiye’ye karşı daha saldırgan bir tutum takınıyor ve takınacak. El Bab’da sıkışan IŞİD’in önünde iki yol var:
(1) Daha fazla direnmeden kentten çekilmek. (2) Irak’ın Ramadi kentinde olduğu gibi, intihar eylemleriyle karşısındaki gücü yıpratmaya çalışmak.
IŞİD’in Ramadi’de, sadece bir günde elli intihar bombacısı kullandığını unutmayalım. IŞİD intihar eylemleriyle El Bab’ta Türkiye ordusunu zor durumda bırakmaya kalkıştığında, buna karşılık Türkiye hava saldırılarıyla örgütü köşeye sıkıştırmaya çalışacaktır. Ancak hava saldırılarının da iki riski bulunmaktadır: (1) Sivil kayıplar ve kentteki yıkım; (2) Suriye ve Arap dünyasının tepkisi.
Bir kere Beşar Esad yönetimi, kendi egemenliğine başkaldırmış isyancı bir yapıyı dize getirmek için, Halep’te olduğu gibi tüm kenti yerle bir etmeyi göze alabilir. Ne de olsa “egemenliğine” yönelik bir ihlâl durumu söz konusudur. Nitekim hendek olaylarında Türkiye de Şırnak, Silvan, Cizre, Diyarbakır, Nusaybin ve Yüksekova’da öncelikle egemenliğini tesis etmeye kalkışmıştı. Zaten benzer durumlarda bütün devletler benzer bir refleks ile hareket eder; egemenlikleri söz konusu olduğunda asla zaaf içinde görünmek istenmezler.
Ancak Türkiye Suriye’de, kendi sınırları dâhilinde olduğu gibi serbest hareket edemez. El Bab kentinde daha 2004 yılında 140,000 insan yaşamaktaydı. Suriye’deki iç göç nedeniyle şu anda kentin nüfusu 200,000 civarında tahmin edilmekte. Türkiye El Bab’ı Halep gibi yerle bir etmek suretiyle ele geçirirse, Arap milliyetçiliğini, hattâ Türk düşmanlığını tetikler. Unutmayalım ki tarihteki ilk Arap milliyetçiliği kıvılcımı, anti-Batı temelde değil, anti-Türk eksende şekillendi. Daha 1881’de Kahire’deki yürüyüşlerde “Kahrolsun Türkler, yaşasın Araplar” sloganı atılıyordu.
Etnik ve mezhepsel fayhatlarına dikkat etmeli
Öte yandan Türkiye El Bab’ı alıp Halep’e doğru ilerlediğinde, bu kez karşısında Rusya, İran ve Suriye blokunu bulur. Halep’e değil de PYD denetimindeki topraklara yönelirse, hem ABD ve Batı blokunu rahatsız eder, hem de kendi iç barışını daha kırılgan hale getirebilir.
Kürt halkı hendek ve barikat meselesinde, PKK’yı haksız buldu, arkasında durmadı, çağrısına kulak asmadı. Devlet bu basiretsizliğin cezasını HDP’ye çıkarınca da sessiz kalmayı tercih etti. Şüphesiz bu sessizlik bir cezalandırmaydı. Oysa çözüm süreci döneminde, Selahattin Demirtaş’ın bir çağrısıyla yüz binlerce insan meydanlara inebilirdi. Türkiye Fırat Kalkanı operasyonuyla Suriye’deki Kürt kentlerine yöneldiğinde içerdeki Kürt kamuoyunu incitebilir ve bu durum zaten hassas olan iç barışı tekrar ve daha da kırılgan hale getirebilir.
Oysa gerek içerde ve gerekse dışarıda, Türkiye’nin etnik ve mezhebi ve fay hatlarında kırıklara yol açabilecek politikalardan uzak durması gerekir. Kaderleri ortak olan kardeş Türk ve Kürt halklarının, çıkarlarını da ortak bir zeminde buluşturmanın mutlaka, ama mutlaka bir politikası vardır.