Yeni Şafak gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, devamının da geleceğini söylediği son yazısında (13 Mart), Türkiye’ye yönelik yeni dış müdahalenin, halen tesis aşamasında olan “muhafazakâr muhalefet” üzerinden kurgulandığı görüşünü dile getirdi. Karagül’e göre “2018’in en etkili müdahalesi”, işte böyle “muhafazakâr müdahale” kılığında ortaya çıkacaktı.
Ben yazıyı okurken, Karagül’ün, “muhafazakâr muhalefet” derken okurlarının zihninde ‘Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile ittifakı reddeden Saadet Partisi (SP)’ imajının canlanmasını istediğini, fakat yönelttiği suçlamanın ağırlığı nedeniyle bunu direkt olarak yapmadığını, yapamadığını düşündüm. Yazının son bölümlerinde “kızmayın, bir tehlikeye dikkat çekmek istedim”, “kızmayın, sadece dikkat çekmek istedim” gibi ibarelerle karşılaşınca, bu düşüncem daha da pekişti.
Bugün, yer aldığı gazete ve altındaki imzanın temsil gücü nedeniyle bir ‘işaret fişeği’ gibi de düşünülebilecek bu önemli yazıyı analiz etmeye çalışacağım. Bakalım sonunda sizin değerlendirmeniz de benimkine yakın olacak mı?
“Türkiye’nin büyük yürüyüşü durdurulmalıydı…”
Yazının başlığı şöyle: ABD-Suud-BAE planı: ‘Muhafazakar cephe’ kur, Erdoğan’ı devir, Türkiye’yi durdur…
Karagül yazısına, uzun bir süredir yazılarının temel varsayımını oluşturan “Türkiye’nin yüz yıl sonra başlayan yeni yükseliş dönemine karşı çokuluslu müdahaleler”in yakın tarihteki örneklerini hatırlatarak ve bu müdahalenin alacağı yeni biçimin ipuçlarını vererek başlıyor:
“’Muhafazakâr muhalefet’ ve ‘muhafazakâr müdahale’ kavramlarını önümüzdeki dönemde çok konuşacağız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, onun öncülük ettiği tarihi/siyasi yürüyüşe, Türkiye’nin yüz yıl sonra başlayan yeni yükseliş dönemine karşı çokuluslu müdahaleleri biliyoruz. Gezi gibi, 17/25 Aralık gibi ve 15 Temmuz saldırısı gibi. Bütün bunlar birer dış müdahale, çokuluslu operasyondu. (…) Çünkü korkuyorlardı. Türkiye yirminci yüzyıl defterini kapatırsa tarih de, coğrafya da değişecek ve onların bize ait olan bölgedeki bütün iktidar alanları yok olacaktı. Bundan korkuyorlardı. Türkiye bu süreci başlatmıştı çünkü. Bu yüzden Türkiye’nin büyük yürüyüşü durdurulmalıydı. Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti sürekliliği yeni bir güç inşasına dönüşmemeliydi. O siyasi genetik imha edilmeliydi.”
‘FETÖ’nün yerini alacak “muhafazakâr muhalefet”
İbrahim Karagül yazısının devamında, “Sadece ABD’nin, İsrail’in ve bugün FETÖ mensuplarını korumaya alan Avrupa ülkelerinin projesi” olan 15 Temmuz’un bölgesel destekçilerinin arasında yer alan Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE), bugünkü yeni “muhafazakâr müdahale”nin en önemli ülkesi haline geldiği kanaatini dile getiriyor. Tabii, arka plandaki küresel ittifak bâki. BAE, onların taleplerini bölgesel düzeyde taşıyan ülke olarak çok önemli.
Karagül, Türkiye karşıtı küresel ittifakın “Dışarıdan bir şey yapamayacağını, Türkiye’yi kuşatamayacağını, çevreleyemeyeceğini (…) ne kadar büyük cephe kursalar da, bölgedeki bütün terör örgütlerini sahaya sürseler de olmayacağını” anladığını, bu nedenle de yeniden “FETÖ üzerinden yaptıkları gibi senaryolar üzerinde çalışma” kararı aldıklarını yazıyor:
“Kimleri içeride nasıl kullanabilir, hangi siyasi dille, hangi muhalefet oluşumuyla harekete geçiririz, ona bakıyorlar.”
Yazıda bu sorunun cevabı da var. Karagül’e göre, Batı, AK Parti’ye karşı tesis etmeye çalıştığı bu yeni muhalefeti laik bir dil üzerinden örgütleyemezdi:
“Bu saatten sonra Türkiye’de iktidar alanını ‘muhafazakar’ olmayan bir siyasi blokla değiştirmek mümkün olmayacaktır. Erdoğan devirmek isteyenler de bunu muhafazakar bir blokla yapmayı deneyeceklerdir. Türkiye’nin tarihi yükselişini durdurmak isteyenler, muhafazakar bir muhalefet, itiraz dili üzerinden çalışıyorlar. Başka seçenekleri olmadığını onlar da biliyor.”
Kim bu ‘muhafazakârlar?’
Karagül’ün, eleştiriye açık olsa da gayet net olan yaklaşımları, buradan itibaren bir sis perdesinin gerisinde kalmaya başlıyor.
Kim bu ‘muhafazakârlar?’
Yazıda bazı ipuçları var ama oradan bir sonuca varmak mümkün görünmüyor, en azından ben varamadım. Mesela:
“Türkiye’de FETÖ’nün bıraktığı boşluğu kimlerin doldurduğuna, bu alana kimlerin ikame edildiğine, o boşluğu yöneten çokuluslu iradenin 15 Temmuz sonrası kimlerle iş tuttuğuna çok dikkat edilmeli. (…) Şimdilerde kimlerle nasıl bir ilişki yürütüyorlar, içeride nasıl bir koalisyon oluşturuluyor, hangi çevrelerle temas halindeler, bu temaslarda BAE gibi bölge ülkeleri ne tür rol oynuyor, kimleri birlerine yakınlaştırıyorlar hatta kimleri nasıl fonluyorlar, derin bir sorgulama ciddi olarak ihtiyaçtır.”
Başka bir upucu:
“Silahlı örgütlerden sonra muhafazakar veya İslamcı yapıları sivil alanda konumlandırmaya başladılar. Bütün Müslüman ülkelerde bunu yaptılar, yapıyorlar. Bu yapıları iktidar oluşturmada kullanıyorlar şimdi. FETÖ ile silahlı olarak da kullandılar. Ama içeriden operasyonun yeni oluşumlarına dikkat edilmezse, bu ülkenin Selçuklu’dan beri devam ettirdiği siyasi genetik imha edilir. Bu yürüyüş durdurulur. Muhafazakar-İslami yapıların millilik gibi bir kriteri, yerlilik ve bu topraklara ait olmak gibi bir sorumluluğu olmalı.”
Bu paragraftan, “Batı’nın Türkiye’deki muhafazakârları”nın kim olduğunu yine anlayamasak da, paragrafın sonunda verilen ölçü önemli. Karagül, burada ‘yerlilik’ ve ‘millilik’ sınavlarından geçemeyen muhafazakâr-İslami yapılara dikkat edilmesi gerektiğini ima ediyor.
Yukarıda dediğim gibi, yazının bütününde okurların zihninde bir SP imgesi dolaşıyor ve yazar da bunun farkında, fakat bence bu imge en fazla tam bu paragrafta kristalize oluyor: Muhafazakâr ve İslami olan fakat ‘yerli ve milli’ olamayan deyince, akla ister istemez ‘yerli ve milli’nin asıl temsilcisiyle değil de ‘yerli ve milli’ olamayanlarla ittifak peşinde koşan SP geliyor.
Batı’nın yeni ekürisi herhalde ‘fetvacılar’ değil
Fakat Karagül bundan hemen sonra gelen “Son tartışmalar bir siyasi dalganın öncüsü mü?” ara başlığından itibaren meseleyi yine bulanıklaştırıyor:
“Son dönemdeki tartışmaları bir de bu gözle ele alın. Bazı dini kişi ve çevreler üzerinden yürütülen, dar bir fıkıh alanına sıkıştırılan, çoğunlukla kadın tartışmaları üzerinden karikatürize edilen tuhaf tartışma bir siyasi dalganın habercisi, bir siyasi dilin öncüsü olabilir mi?”
İbrahim Karagül herhalde Batı’nın kendisine eküri olarak bu “tuhaf tartışma”yı yürüten zevatı seçtiğini söylemek istimiyor. Zaten “muhafazakâr müdahale”yi gerçekleştirecek olan “muhafazakâr muhalefet”i bunlardan ibaret görseydi, okurlardan kendisine kızmamalarını istemezdi.
Doyayısıyla, şimdilik benim kanaatim, İbrahim Karagül’ün bu yazısıyla esas olarak SP’yi uyardığı yönünde…
İkinci yazıyı merakla bekleyeceğim, fakat bu ilk yazıyı doğru çözümlemişsem, o yazıdan çıkartılması gereken temel dersi şöyle özetleyebilirim: Mevcut politikalarında ısrar ederse, Saadet’in ileride çok acayip suçlamalara hazır olması gerekir.