Ana SayfaYazarlarSeçim sath-ı maili

Seçim sath-ı maili

 

Ben mezun olmayı sevenlerdenim. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite… Okul hayatım çoğunlukla çok güzel geçti, hatta biraz da fazla eğlenceli geçti, şimdiki aklım olsaydı, özellikle üniversiteyi daha çok ders çalışarak geçirirdim, önemli öğrenme fırsatlarını yok saymışım. Neyse, memnun da olsam o dönemki hayatımdan, şu veya bu şekilde okul bittiğinde, mezun olmak fikri bana hep güzel geldi. Yeni bir şeylere başlamak için eskisinden güzel bir şekilde ayrılmak demek mezuniyet benim açımdan. Başka yollara girmenin güzel heyecanı.

 

İş hayatına başlayınca baktım ki, bir türlü mezun olunmuyor. Mezun olsak da başka bir şeye başlasak diye bekledim. Fakat bu kısım uzun sürdü. Sonunda, biraz da zorunlu olarak, 24 yıl sonra “mezun” oldum. İşten zorunlu ayrılmanın burukluğunu bir yere bırakırsak, başka bir döneme başlama hissi içimi kıpır kıpır yaptı o zaman bile. Hayatın bu yeni başlayan kısmından da hâlâ memnunum. Yeni mezuniyetlere vesile olacak uğraşlarım da var. Uğraşıp, hazırlanıyorum, tamamlıyorum. Tamamlanmadan, hayatın o döneminin “rıza”sını elde etmeden içim rahat etmiyor.  

 

30 Mart 2014 yerel seçimlerinden bu yana, 1 anayasa referandumu, 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2 yerel seçim, 3 genel seçim olmak üzere toplam 7 tane seçim yaşamışız yanlış saymıyorsam. 23 Haziran seçimlerinde İstanbul’da yaşamadığım için oy kullanmayacağım ama, bunun sadece İstanbul’u ilgilendiren bir seçim olmadığı da çok açık. Dolayısıyla 24 Haziran sabahı itibarıyla, 5 yılı biraz aşkın bir dönemde toplam 8 seçim idrak etmiş olacağız. 5 yılda 8 seçim az değil. Ay olarak hesaplayınca, ortalama 7.5-8 ayda bir seçim olduğu anlaşılıyor.

 

Gizli ya da açık propaganda süreçleri, iftiralar, yalanlar, tehditler, algılarımızı doğru yönde tutma çabalarımız vs. Son yıllarda bu türden seçim işlerinden bir türlü mezun olamıyoruz. Seçimler tekdüze, sıradan günlük hayatımıza geçmemize izin vermiyor.

 

Tamam, elimizde kalan tek demokratik hakkımızı kullanıyoruz, tamam irademizi belli ediyoruz, üstelik seçim geceleri ve hatta son zamanlarda seçim sonrasındaki günler de heyecanlı oluyor, fakat bu heyecanlar da artık “bir türlü tamamlayamama” hissi yaratıyor. Şimdilerde ülkemizden bahsederken, “güzel ve yalnız” değil, “güzel ve sürekli seçim halinde” gibi kelimeler kullanmamız icap ediyor.

 

Sürekli seçim sath-ı mailindeyiz, “satıh”ın yüzey, “mail”in ise eğim olduğunu hatırlatarak sürekli eğimli bir yüzeyde ya da biraz yorumla kaygan bir zeminde olduğumuzu söyleyebiliriz. Eğimli bir satıhta yukarıya çıkmak zor olabileceğinden, aşağıya doğru “sallan yuvarlan” halindeyiz demektir bu. Bu kaygan zeminde tutunmaya çalışırken de, kendi hayat tahayyülümüze uygun seçimler yapmak, irademizi sandığa yansıtmak için uğraşmaktan çok, girdaba girmemeye çalışıyor gibiyiz.

 

Hislerimiz bizi sürekli tehdit ediyor: “Seçimle bitecek mi sanıyorsun?”, “Dur daha neler gelecek başımıza?”, “Ya bu seçimler de iptal edilirse?”, “Ya sandık başında büyük anlaşmazlıklar olur da, olaylar büyürse?”, “Kaybetmeyi kabul etmemeye meyilli bir iktidar partisinin yol açabileceği yeni ve daha kaygan zeminlere girersek?”

 

His demek, tehditlere açık olmak demek. Bunu da veri kabul edince, artık, şu seçim sath-ı mailinden koşarak uzaklaşmak istiyoruz. Zaten 7 Haziran 2015’ten 1 Kasım 2015’e geçen sürede yaşananları ve ikinci seçimlerin sonucunu bu kapsamda düşününce her şey biraz daha açıklığa kavuşuyor. 2015’te o iki genel seçim arasında geçen yaklaşık 5 aylık sürede korkunç girdaplara girdik. Girdiğimiz bu girdaplardan çok ürktük doğal olarak. İrademizi, her şeyimizi kenara bırakıp, bu eğimli alanda ayakta durmanın ya da hayatta kalmanın zorluğunu yaşamaktansa, düze çıkalım da ne olursa olsun dedik belki de 1 Kasım seçimlerinde!!!

 

Fakat 23 Haziran İstanbul seçimlerine bakışımızın bundan farklı olduğu da çok açık. Seçimin hiçbir şekilde hiç kimse tarafından rasyonalize edilemeyen iptali, Ekrem İmamoğlu’nun çok halk tipi fakat yerine cuk diye oturan ifadesiyle, 20 TL’lik bir kağıt paranın 5 TL’lik kısmının sahte olduğunun YSK tarafından belirlenmesi, tamamlanan bir şeyin aslında tamamlanmamış olduğunun hiç de ikna edici olmayan, hatta ikna edici olup olmadığının umursanmadığı izlenimi veren gerekçeleri, benim gibi “mezuniyet severler” açısından büyük bir hayal kırıklığı oldu. Aslında bu, mezun olmayı/tamamlamayı/bir sonraki aşamaya geçmeyi sevmenin ötesinde bir hadise tabii ki. Bu sefer yorulup düşmeyi göze alamayacağımızı anladık muhtemelen. Üç ay daha kaygaz zeminde debelendik durduk. Ama ne üç aydı!!!

 

Cumhur ittifakı açısından tam bir kaos yaşandı: 31 Mart’a gelene kadar önce beka sorunumuzun olduğunu söyleyip sonra bu sorunu sadece dış güçlere bağlamakla kalmayıp, patlıcan ile bekayı aynı cümlelerde kullananlar, “Kürt kökenli” vatandaşlarımızın terörist olduğunun ve Kürdistan’a gitmelerinin daha uygun olacağı yönünde söylemler, kürsülerden ittifaka destek vermeyen parti mensuplarına bağırıp çağırıp göz altına aldırmalar…

 

1 Nisandan sonra, özellikle de seçimin yeniden yapılacağının kesinleştiği 6 Mayıstan itibaren ise kontrolü kaybetmiş gelgitli stratejiler… “Binali Yıldırım ön planda olsun”, “Yok yok Cumhurbaşkanı ön plana çıksın”, “Bahçeli de fazla konuşmasa mı acaba?”,“Apo’ya bebek katili demeye devam edelim ama faydalı olmasını umduğumuz “mektubunu” da bir an önce servis edelim”, ““Kürt de olsa” insan olan seçmenlerin oyunu almak gerekir”. Tek tek de, bir bütün olarak da maalesef sapır sapır dökülen bir “strateji” yığını.

 

Geçtiğimiz birkaç günde Hannah Arendt’in “Siyasette Yalan” kitabını okudum. İki makaleden oluşan bu kısacık kitapta, Vietnam savaşının sonrasında 1971’de NY Times’a sızdırılan “Pentagon Belgeleri” kapsamında ABD siyasetinin gerçeklerden nasıl koptuğu, siyasetçilerin halkı ve başka ülkeleri kandırma amacıyla başlattıkları bu “yalan rüzgarı”nın zamanla nasıl kendilerini de kandırmaya dönüştüğünü anlatıyor.

 

Hakikat, inkâr etme ihtiyacı, deforme edilmiş hakikat, hakikatin herhangi bir kırıntısına bile tahammül gösterememeye başlamak, imajı düzeltmeye yönelik beyaz yalanlar, yetersizlik hissi, hakikatle her türlü bağın koptuğu yalanların hükmetmeye başlaması, bu büyük yalanları içselleştirme ve yalanın hakikati yutması, yepyeni bir “hakikat”ile karşı karşıya kalmak.

 

Arendt, geleneksel yalanın gerçeği gizlediğini, modern yalanın ise gerçeği yok ettiğini anlatıyor. Vietnam Savaşı hedeflerinin geçirdiği dönüşümleri ise özetin özeti olarak ve benim madde bağımlılığım(!) çerçevesinde yaptığım çıkarımlarla şu şekilde açıklıyor:

 

1.      Kesin bir zafer kazanmak

2.      Düşmanı zafer kazanamayacağına ikna etmek

3.      Küçük düşürücü bir yenilgiden sakınmak

4.      Görüntüyü kurtarmak

 

Bu 4 madde bana, İstanbul seçimlerindeki gelişmeler hakkında da iyi bir formülasyon gibi görünüyor.

 

Üniversitedeyken bize karizmatik görünen, şimdi uzaktan baktığımda karizmasını “sarkastik” bir dili çok başarılı kullanmasına borçlu olduğunu düşündüğüm bir hocamız vardı. Arada bir dersi kesip, öğrencilerin arasından kendi seçtiği birine sorular sorardı. Cevap vermeye çabaladıkça, büyük ihtimalle rezil olurdunuz. Bir gün bir erkek öğrenciyi işaret etti, çocuk ayağa kalktı, hoca soruyu sordu ve çocuk tedirgin bir halde cevap vermeye başladı. Hoca da çikolatasını yiyip, kahvesinden yudumlar alırken, cevapları onaylıyor gibi bir görüntü vererek dinlemeye devam etti. Bu şekilde aldığı cesaretle kendinden memnun olan arkadaşımız anlattı da anlattı. Nihayet sustuğunda hocamız, “Beyefendi çok hızlı yol alıyorsunuz” dedi. Arkadaşımızın yüzünde bir mutluluk belirdi. “Ama aldığınız hızlı yol maalesef doğru istikamette değil”.

 

Şu seçimlerin bitmesini istiyorum artık. Ve yavaş da olsa doğru istikamette yol almaya başlamayı.

 

- Advertisment -