İnsanların doğup büyüdüğü şehirle ülfetini hep merak etmişimdir.
İnsanın şehriyle ülfeti çünkü, hem gün doğumudur, hem batımı…İnsan ve şehri hem ayın ondördüdür, hem de ay tutulması. Demokrasidir, padişahlıktır, darbedir.
36 kısım tekmili birden hikayedir.
Şehriniz , kalbinizdir…
Dünyanın neresinde olsanız tempo aynı. Ayrı kaldıktan sonra, kavuştuğunuzda güm güm atanı kalbiniz sanırsınız, şehrinizin de kalbidir, o atan.Darbeniz, hasretiniz hep aynı.
O da tıpkı sizin gibi aynı kalmaz, değişir durur.Bir var ki insanın gelişimi iyiye doğru, öyle olmalı, başlangıçta tek olan insan, şehriyle birçok kendi olur.
Şehirler insan elinde gelişerek değişip durur, ya da insan eliyle yıkılıp durur…
Temel simgeler ,orayı sizin şehriniz yapan şeyler, haller birer ikişer, en sonunda toptan ortadan kalkınca, eliniz böğrünüzde kalırsınız.Bir şarkı çekip gider içinizden, güzel kokular, anılar, siyah beyaz fotografiler de gider. Elbet ötekiler de…
Sonra bütün bunları, eski baskıları hatırlayanlarla birlikte siz de gidersiniz, şehrin o hali, sesleri, renkleri, kokuları, şarkıları da gider, hatırlayanı kalmaz, siz sağ, şehir selamet…
Peki ya tarih?
Şehir tarihçileri bir bir şerh düşer elbet, onların sosyal, siyasi, ekonomik tarih yanında, belki onlardan daha fazla şehrin kalbinin tarihini yazması boyunlarına borçtur.Onlarsız neye yarar, sosyal, ekonomik, siyasi tarih?
Bir şehir ayrılıklarıyla, aşklarıyla, kalp kırıklığıyla da anılmalı değil mi?
Tarihi eksik/çarpık/yanlış yazılan şehir olsa ne yazar, olmasa ne?
Yalnızca sayılarla, askeri, siyasi tanımlarla anlatılırsa , o şehir nasıl eksik…
Şarkılar, kokular, tadlar kimliğimiz değil midir, şehrimizle paylaşılan?
Homeros çıkıp gelse, kendi bildiği İzmir’i arasa ne umar ne bulurdu, kimbilir?
Önünde uzanan devasa şehri, şehir sanılanı görünce dönülmez yollara kaçıp giderdi bence.
Bende’niz de bir süredir kendi bildiğim, umduğum şehrimi arayıp duruyorum.
Vah ki vah…
Vah’lar başıma…
Öteki ilçeleri bilemem, ancak yetiştiğimiz semtin, Eşrefpaşa’nın halleri mafiş.
Aynı mahallede oturmuşluğumuz altmış yıla çeyrek var, ne iç göçler ne depremzede akınları, ne ekonomik yıkımlar,ne darbeler, ne kalkışımlar ve işgaller gördük, Allah bir daha göstermesin.
12 Eylül’de de darbeyle birlikte İzmir’den çıktıydık yola, son işgal girişiminde de, hep de darbenin başladığı saatte.Dış mahalleler, artık merkez sayılan varoşlar mezbelelik…
Mikrop yuvası en yakındaki on yıl önce terkedilmiş araçlarla başedemiyor yerel yönetimler, ille de farelerle…Terk araçlar öylece duruyor, kazalara yolaçıyor, kimse üstüne alınmıyor, başvurular beyhude, çöpe boğulmuş, varoşlar.
Sosyal çürümüşlük, çaresizlik, araba ve motor terörünün ortasında oynamaya çalışan çocuklar, altmışlı yılların İzmir’inde bile görmediğimiz çaresiz kadınlar…
Kako’dan aşşaaa Eşrefpaşa deyimi, sanırım şeyden aşşaa Kasımpaşa ile örtüşüyor.
Duygusal girişimiz ardından, mayhoş bir gidiş oluyor, farkındayım.
Şehrimizle tango mu diyorduk? Ne tangosu, olsa olsa karate…
Neler diyesim var, mecalim bu kadarına, çünkü şehrim mecalsiz bıraktı beni…Lafı aldım, ortaya koydum, kim alırsa üstüne artık…
Serahaten ve nezaketen diyeceğim çok ya, anlayan hani?..
Zati benim de hem yerim dar, hem yenim…