15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra kurulan AK Parti-MHP ittifakı, Türkiye’nin türbülansa kapılmaması ve iç istikrarsızlığa savrulmaması için büyük görevler ifa etti. Türkiye, bu birliktelik sayesinde güçlü bir siyasi istikrar sağladı, yönetim sistemini değiştirebildi, PKK ile mücadelede zafiyet yaşamadı, kamu güvenliğinde kaosa girmedi.
İttifak, aradan iki yıl geçtikten sonra önce motivasyon kaybetti. Bu motivasyon kaybında Ülkücü kadrolara kamu kurumlarında yeterince yer verilmemesi, mevut kadroların da kritik noktalara getirilmemesi etkili oldu. Ülkücü tabanda “çatışmalarda varız ama yönetici kademelerde yokuz” hassasiyeti oluştu.
Sonra motivasyon kaybı bazı faktörlerin de etkisiyle kamuya açık tartışmalara dönüştü. 15 Haziran seçimleri öncesi AK Parti içinde görev alan bazı isimlerin, MHP ile ittifakın Kürt oylarında düşüşe yol açacağı şeklindeki eleştirileri, MHP üst yönetiminde büyük rahatsızlıklara yol açtı. MHP bu rahatsızlığını, eleştirileri seslendiren gazetecileri sert bir şekilde azarlayarak dışarı vurdu.
Kol kırılır yen içinde kalır şeklinde süregiden tartışma, yerel seçimler, andımız, af gibi konularda lider ve üst düzey yöneticilerin de dahil olmasıyla karşılıklı suçlama ve restleşmelere dönüştü.
Hazmetmeme mi?
Bu noktaya gelinmesinde yukarıda ifade ettiğim olgularla sınırlı kalmak, meseleyi yüzeysel ele almak olur. İki parti arasında sorunlar çıkmasında muhafazakârlık ile milliyetçiliğin iki farklı dünya tahayyülüne dayanmasının da etkisi oldu. İki ideoloji, büyük benzerlikler içerse de nihayetinde farklı iki dünya tahayyülüne dayanıyor. Muhafazakârlık toplumu bir arada tutan değerlerin muhafaza edilmesi suretiyle istikrar sağlamayı ararken,milliyetçilik daha çok tahakküm ve hiyerarşik düzen oluşturarak istikrar sağlama aracını ifade ediyor. Yine Türkiye’nin muhafazakârlığı “ümmet,” milliyetçiliği ise “etnik” esaslı bir davranış sergiliyor. AK Parti, ortak değerlerin hiyerarşik bir şekilde tanımlanmasından ümmet tasavvuruna zarar vereceği için rahatsız oluyor.
Ben yine de Türkiye’nin muhafazakârlığı ile milliyetçiliği arasındaki farklılığın, bu noktaya gelmemize sebep olan belirleyici parametreleri oluşturduğu kanısında değilim. Birliktelik, iki ideolojinin birbirinden hazzetmemesinden çok, 15 Temmuz sonrası oluşan istisnaî halin (radikal otorite kullanmak suretiyle istikrar sağlama durumunun) yavaş yavaş ortadan kalkması; Amerika, Batı ve evrensel değerlerle yeniden ilişki geliştirme ihtiyacının duyulması; içerdeki sorunlara demokratikleşerek yanıt verip vermeme arayışına girilmesi gibi faktörler yüzünden sarsıntı geçirmeye başladı.
Türkiye her açıdan bir kavşakta. Ve ne yöne gideceğine karar vermesi gerekiyor. İki yıldır OHAL ve istisna hal koşullarında yaşayan ülkenin artık normalleşmesinin, yeniden AB perspektifini canlandırmasının, içerde de demokrasi ve insan haklarını tesis etmesinin, hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirmesinin, kamu hizmetlerini şeffaflaştırması ve sorgulanabilir kılmasının zamanı geldi. Çünkü artık istisnaî hal koşullarında, ara koridorda ülkeyi yönetmenin sürdürülebilirliği yok. Ayrıca, geride bıraktığımız süre içinde FETÖ’nün tasfiye edilerek yerine kuralları, normları belirlenmiş yeni bir devletin, yeni bir sistemin inşa edilmesi gerekiyordu. Bu kadar sürede devleti ve sistemi inşa açısından sağlam adımlar atılamadıysa, o zaman yönetenlerin aldıkları kararların rasyonelliği ve sorun çözme kabiliyetleri tartışılır hale gelir. Bu da bir faktör olarak sahneye çıkıyor.
AK Parti’nin ikilemi
Şu da artık net: Bu saatten sonra muhafazakârlık ile milliyetçiliğin birlikteliğini, meydanlarda yüz binlere tek millet diye tezahürat yaptırıp sonra andımıza karşı çıkarak inşa edemeyeceğimiz gibi, üst kimliği dışlayıcı öğelere yaslayan retoriklerle, milli marşlarla, sloganlarla da yaratamayacağız. Türkiye’nin çoğulculuğunu kucaklayan, ancak çoğulluğu da ortak paydalarda buluşturabilen, ulusal güvenliği sağlamada da motivasyon eksikliğine düşmeyen bir perspektife ihtiyacımız var.
Bu da AK Parti’yi ikilemde bırakıyor. Çünkü böyle bir yön, ortağı MHP ile köprülerin atılmasına sebep olabilir. İki ideolojinin bundan sonrası için “haydi herkes kendi yoluna” demesi Türkiye için yarardan çok zarar da getirebilir. Çünkü Türkiye’nin milliyetçi heyecana hâlâ ihtiyacı var. Siz Suriye’de, Gabar’da, Tendürek’te, Avaşin’de, Zap’ta, Xakurke’de, Irak’ta derin vadilerde, yalçın kayalıklarda göğüs göğüse çatışmalara girecekseniz, bu ruhu ancak milliyetçi bir ideoloji ile savaşçılarınıza verebilirsiniz. Ulusal güvenliğinizi bu fedakârlığı göze alabilen insanlarla sağlayabilirsiniz. Aksi halde ulusal güvenliğinizi tesis edemez, o zaman da kaosa sürüklenmiş olursunuz. Dolayısıyla muhafazakârlık ile milliyetçiliğin flörtüne mecbursunuz.
Diğer taraftan “haydi demokratikleşiyoruz, sorunlarımızı çözüyoruz” demekle de demokratikleşilmiyor, sorunlar çözülmüyor. Demokratikleşme başlığında en önemli sorun Kürt sorunu. Ancak ne mevcut bölgesel ve uluslararası dengeler, ne Kürt siyasi özenlerinin ruh hali ve davranış formları, meseleyi çözmek için gündeme almaya uygun bir konjonktür sunuyor.
Ama zorluklara rağmen AK Parti’nin ortamı rehabilite etmesi ve sorunları çözmesi için bir yol bulması gerekiyor. Bence iyi devam ettirilebilir ve sentezlenebilirse, bu perspektifi gene milliyetçilik ile muhafazakârlığın sentezi verebilir. Türkiye solu bu treni kaçırdı. Bunu da yeni bir şey söylemeyerek, şiddetin arka ve moral cephesine dönüşerek yaptı. Bu tür durumlarda ön açıcı öneriler sunması beklenen liberaller ise acınacak durumda. Çünkü onlar hâlâ yeni Türkiye’yi, değişen sosyoloji ve değişen devlet üzerinden değil, Kemalist bir eleştirellik üzerinden anlamaya ve tanımaya çalışıyorlar.