Çocukluğumuzun ülkesi. Sınırını pasaportsuz aştığımız düş ülke…
Büyüklere yasak, hayvanlara ve oyuncaklara serbest .Çocukların mülküydün sen zaten…Yasağın, kuralın, bizi kısıtladığını düşündüğümüz evlerin özgürlüğe açılan kapısıydın. Hayatın ‘açıl susam açıl’ masal eşiği…
Her mahallede varken, şimdi yoksun.
‘Mahalle mi kaldı ortada, da, bana hasret kaldınız’, dediğini duyar gibiyim. Şimdiki çocukların kalabalık evlere, küçüklü büyüklü mahallelere, açık hava sinemalarına, büyük aile, sokak satıcıları, oyunlar, uçurtmalara, el yapımı oyuncaklara, komşu misafirliklerine, yatılı gitmelere hasret kaldığı için eksik ve renksiz olduğunu düşünmüyor musun sen de?
Bir demdi, geçti, gidenleri geri getiremeyiz,ama, arsaları muhitin (!) bir kıyıcığına konduramaz mıyız? Hazinenin yerini, yahut yerel yönetimlerin satın alacağı bir/birkaç parseli, eski arsalar kadar uçsuz bucaksız olmasa da, o nasılsa çocuklar oynadıkça genişler, çocukların ülkesi yapamaz mıyız? Kurmaca parkları kastetmiyorum. Doğal yüzüyle, kayası,çukuru, ağacıyla, kendiliğinden bir çocuk ülkesini, seni, sen gibi nice özgürlük alanını, çocuk rüyalarımızın bahçesini diyorum, koymaca, uydurmaca makamdan, mahsusçuktan ama sahiciye yazarak, şehirlerin yüzüne noktacık ben’mişçesine konduramaz mıyız?…
Biz, arsalı çocuklardık, ne mutluyduk …Birbirimizden alır verirdik, arsalarla zengindik, komşularla dayanak.Memleketin daraçlık günleriyde, herkesin azla yetindiği, olanın da göstermediği görgülü göreseli günler…Doksanlı yılların ortalarına kadar olan yıllardan sözediyorum, bir asır öncesinden değil…Hem boynu anahtarlı çocuklardık, hem arsalı. İlkinin sorumluluk ve boyun büküklüğünü unuttururdun sen bize.
Eşrefpaşa’da bir tepede, birkaç gecekondu arasında dönemin ilk müteahhit işi, birbirinin tıpkısı on ev yapılmış, biz de kırıp sarıp, dedeye borçlanıp bir ev almıştık, karşısı boydan boya arsa. Kendi halinde, çukurlu taşlı, bahar gelende yeşillikli, çiçekli, kedili, tavuklu, edir gudur, düşünce dizde yara açan,taşlarını tükürükleyip çakılla sürtünce, çıkan yeşil sıvıyı avucuna yayıp, üstüne yaprak koyup bağlayınca, kısa sürede kına olan…
Bazen gelip ölçer biçer, çekip giderlerdi. Eyvahlar olsun, arsamıza ev yapacaklar…Bizimdi çünkü bütün arsalar, çocuklara noter senetsiz, tapu devrinden bile daha garantili yollarla aktarılmış dünyanın bütün arsaları bütün çocukların tapusuz malıydı, oyun oynasınlar, hayal kursunlar diye. Böyle bir tehlike belirince, ‘abi, bura şuyulu şuyulu’ derdik, koşmaktan nefes nefese. Bizim mahallede evler, arsalar bitişiktekiyle birbirine nikahlıydı, yer daraçlığından… Buna şüyulu denirdi, anlamınıo vakit bilmediğimiz bu kelime, çocukçada şuyulu olurdu, dili dönmeyen küçüklerin ‘kuyulu’ dediği de olurdu. Hani kuyu, nerde kuyu? Bilmezlerdi biz kuyu da kazardık, yağmurlardan sonra, bayır aşağı eği mliydi arsamız, aşağıda toprağı kaşıkla kazar, küçük kuyular açardık, hayvancıklar su durulunca gelir içerdi…Oynamaktan helak olur, kurt gibi acıkırdık.Gelsin salçalı ekmek, Sana’lı şekerli ekmek.Hangi hazır yiyecek yahut şekerde o tad var ki?Hem yer hem oynarken düşürdüğümüz çok olurdu, onlar da hayvancıkların, böceklerin kısmetiydi.
Akşamdan akşama senin konuklar değişirdi…Önümüz uçurumdu, baya bir yar vardı, kayalık zeminden, aşağı semte, Yağhaneler’e inen.
Elbet gece manzarası da ona göreydi. Çocuklar ve hayvanlar çekilince,çiçekler kapanınca, ay çıkardı, semtin delikanlıları, bazen de berduşlar gelirdi, ellerinde Dimitrokopulo, yahut Derdalan, binlik şişede…Elden ele geçerdi şişe, ay şarapçılara yaklaşırdı, bir yandan gece, öte yandan yıldızlar…Sevgili arsa, senin gece halin buydu, gündüzden farklıydı.
Gündüz gelen halkın oyuncaklı, uçurtmalı, dizi yaralı, sırtı kanatlı çocu klar, gece gelenlerse, kulağına karanfil takınmış delikanlılar, ceketi omuzda yumurta topuklulardı,ki Dimitrokopulo’yu çekince kanatlanırdı zaten onlar da…
Oyunun bin türlüsünü oynadığımız, küsünce küsümüzle sırt sırta oturduğumuz, (zaten uzun sürmezdi, birazdan ‘irezilim şak şak, istiyor barışmak’ der, küçük parmak çengelleyip, küslüğü defederdik) cam parayla girilen sinemamızda film çevirdiğimiz…Arsanın bir köşesine çöp dökmekte direnen kişinin kapısına cümbür cemaat dikildiğimiz…O çöplük yapılmak istenen yere, at arabasını koyar, atı çözerlerdi, gönlünce dolaşsın arsada diye, otlasın, yayılsın…Sütçü komşu ineğini otlatırdı, evlerden koyverilen tavuk horoz ve civcivler arsanın yolunu bilir, hepsi birden damlardı, bizim arsamız olduğun kadar, kedi köpeğin, börtüböcünün de arsasıydın çünkü… Hoş, ineğe yasak getirildi, ev mühürlendi, sağlık ekiplerince, şehirlik yerde inek mi olurmuş diye azarlandılar bi de…Sonra tavukgiller hastalandı, hepsi birden serilip kaldı arsada, kümeslerine dönemedi, biz büyüdük, sonradan sen şüyulu yahut kuyulu da olsan, parsellenip satıldın, kazulet binalar dikildi, halden anlamayan, çocukları tıpışlamayan, hayalsiz, renksiz, kişiliksiz yapılar…
Ne çabuk yürürlükten, hayallerimizden, şehirlerimizden sürüp çıkarıldı, arsalar…
Şimdi ele geçmezsin, aramakla da bulunmaz.Kışın çamurlu, taşlı, yazın kupkuru, sararmış, baharlarda tadına doyulmaz, yemyeşil, papatyalı, gelincikli, ballıbabalı arsalarımız, sizi nasıl özlüyoruz…Halı sahada çocuk/genç olucaz diye helak oluyor şimdikiler.Hiç ikisi bir olur mu?
Duyar gibiyim dediğini, sen mekteptin(!), zaten biz çocuklar da mektep kokardık, öyle derdi büyükler.Her tür insan vardı her milletin her mezhepten insanı, ki biz bu sonuncusundan habersizdik, herkes herkesti, komşuydu, hısımdan ileriydi.Kapı önleri sulanıp minder atılır oturulurdu, yaz geceleri, ah asıl tadın o zaman çıkardı zaten.
Büyüklerin bir gözü bizde öteki gözü çay demliğindeyken, altını üstüne getirir, gece nöbetini tutardık senin.
Köy insanları değildik, köyden göçenler de vardı, ama, çoğunluk kasabalıydı ve burada şehirleşiyorlardı. Sınıf atladığımız yerin kara tahtasıydın sen, güzelim arsa…Fuara gidenler anlatır, gitmeyenler öğrenirdi, mazotçu gelip evleri ilaçlarken, bazı çocuklar senin çöp dökülen yerini gösterir, orayı da ilaçlatırdı. Sana sıcak kül, yahut hala yanan soba kovası döküldüğünü hiç görmedim.Herkes bahçesindeki tenekede biriktirip soğuttuktan sonra ağzı bağlı, çöpçünün geçeceği gün kapıya bırakırdı.Şimdi aynı mahallede insanlar henüz ateş varken döküyor, metal çöp kutularına ve yanıyor, çöp tütüyor ortalık. Zorlukla şehirleştiğimiz sınıftan kasabalılığa geri mi dönüyoruz, ne dersin?Yoksa şehirleşmeyi büyüklere, yaratıcı oyunları çocuklara öğretemediğimizden mi oluyor bunlar?
Arsa varsa komşuluk vardı, kapı önü oturmaları vardı, bitmez tükenmez oyunlar, maçlar, ayaküstü sohbetler, saklı gizli sevdalar, mektup bırakılan köşeler, ağaç oyuğu, taş altları vardı, ah, bir de ağaçlar, ya deli zeytin, yahut tatlanmadan tepesine çıkıp, süt çekirdeğiyle birlikte erikleri yenen…Kel mel, cılız mılız, yahut ulu dallarıyla, hiç fark etmez, arsaların ağaçlarına kurulan salıncaklar, orada savrulmalar, vardı.
Şimdi, evler var, insansız…Apartmanlar, komşusuz…Çocuk bahçeleri taşsız, çiçeksiz, meyve ağaçsız, oyunsuz…Kalpler sevdasız, mahalleler ağaçsız, dallar kuşsuz, eh tabii, olacağına bakın…O kocaman oyun alanını, soluklanma mekanını otopark yaparsak…Yerine çok katlı , çirkin binalar dikersek, ters türs makamdan şehirleşirsek,olacağı buydu…
Düşerdik, dizimiz paralanırdı, ya tükürür, ya komşu teyzeden sigara basmasını isterdik, en ciddi iş tendürdiyot sürüp üfletmekti.Mikrop kapar mıydık?Yooo…Mikrop icadolmamış mıydı, ona da yoo…Kimin annesi evdeyse ya sürahisiyle tek bardaktan su dağıtırdı, oynayıp terleyip susazınca biz, ya bahçe hortumunu ağzımıza dayar, hijyen mijyen hak getire, üstümüz ıslana ıslana kana kana su içerdik.Gizli yemek ayıptı, kim ne yerse, paylaşırdı.Beyaz yakalar kopar, önlükler fora edilir, pabuçlar delinirdi, Yetmez gibi Hıdrellez ateşleri arsada yanardı, mahalleli is kokarak, ateşin üstünden atlardı …
Çok katlı yapılarımız, arabalarımız çoğaldı, mahalle keyfimiz azaldı.
Arsalar işgal edilir, eski evler apartmana dönüşürken, taş dizip üstüne kum dökerek yolumuz yapıldı.Kaldırım olmadığından, ilk yağmurlarda bayır aşağı kumlar aktı.Biz kaldık sivri taşlarla baş başa, kadınlar gidip arsanın alt sınırından, eğimin en sonundan yani, akan kum yığınlarını çiçek saksıları için toplamaya…Peşisıra asfalt çıkageldi zaten, siyah, yapışkan, çürük bir şeyle sıvandı, mahalleler, asfalt Osman sayesinde.
Kişi başı milli gelir tavan yapsa da, kişi başı hüzünler çoğaldı, cümbür cemaat mutluluk, sokak şenliklerimiz azaldı.
Ben fena halde inn, biz katlanılmayacak kadar out oldu.
Vakta ki kireçle tek yol devrim yazılır oldu, yollara, duvarlara, arsalara, siyasi klikler arsa arsa, duvar duvar, mahalle mahalle, durak durak ayırdı insanları, işte ne olduysa o zaman oldu…Sonrası büyük bir kargaşa ve kural tanımazlık…Yıkıcılık, yerine yeniden yapamayış, yapılanı da eğri büğrü, insana ve mayamıza yaraşmaz biçimde yapış.
Türkilizce konuşuyoruz, komşucayı unuttuk. Hatta hiç konuşmuyoruz, cep telefonu var, tablet var, internet var…Büyük bir kalabalığın orta yerinde tek başımızayız.
Öyle ki, aşklar bile tek kişilik, bakmayın siz şairlerin aşk iki kişiliktir dediğine, öyle değil, öyle olmadığı için böyle söylüyor zaten, ya olursa, ya tutarsa diye…Bir gölümüz bile yok, ya tutarsa diye maya çalacağımız…Azat buzat kuşumuz yok, arsanın öteki şeyleri topaç, ip, tel araba, taş kale, salıncak, tahteravalli, üstüne minder koyup ilişeceğimiz taşlar, yemek için toplanacak otlar, börtü böcek, sırtüstü yatıp gökyüzündeki bulutların geçişini izlemek, kalabalık olmak, yok…
Bunca yokluğun ortasında sahiden varolmak ne zor…