Ana SayfaYazarlarSevgili Kemal Tahir…

Sevgili Kemal Tahir…

 

Size seslenirken bile içim titriyor, bu mektubu nasıl yazacağım bilmem? 

 

Sizi ve düşüncelerinizi kavrayabilmek bir dağı sırtlamak kadar güç. Hadi romancılığınız neyse, romana sığınır gideriz… Mi, acaba? Düşünürlüğünüzün romancılığınızla aynı tezgahta dokunduğunu düşünürsek, romancılığınıza koyulmak da zor. Gereğince okuyup değerlendirebildiğimizi sanmıyorum. Sanki üstünüze bir ipek örtü serilmiş. Anlamak istemeyen ve sizden ürkenler terazinin bir kefesinde, akıl ve gönlünüzden yana saf tutanlar, sizi anlamaya güç yetirenler öbür yanda. Sayıca az olsa da ilk grup ağır basıyor sanki, değilse de öyle gösteriyorlar. 

 

Ne kısa ömrünüz… 63 yıl, olancası. 13 Mart 1910’da Istanbul’da doğmuşsunuz, baba yanından dedeniz Şebinkarahisar Alişar köyünden. Orada Demircioğulları  ve Karahaliloğulları diye biliniyorlar. Yemen’de askerken ölmüş. Büyükanneniz dede öldükten sonra koca almamış, oğullarıyla kızlarını büyütmüş, ailenin epeycesi uzun zaman Aliaşar köyünde oturmuş, erkekler Istanbul gurbetine gelip çalışmış. Tahir bey 2. Meşrutiyet öncesi alaylı deniz subayı. Anneniz Adapazarlı orta halli bir ailenin kızı, babanızla o saraya yaver olarak kapılandıktan sonra evleniyor ve saraylı sayılıyor.

 

2. Abdülhamit’in hünkar yaveri Tahir bey Yıldız Sarayı özel marangozu. 

 

1908’de emekli olduğu halde, Balkan savaşında, emeklilikten 4 yıl sonra yeniden ve teğmen rütbesiyle askere alınıyor. İlk dünya savaşında yeniden askere çağrılıyor.Çanakkale’de çarpışıyor. Siz üç erkek kardeş, annenizle birlikte baba peşinde dolaşıyorsunuz. Babanız mütareke sonrası seyyar marangoz. Siz Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Rüştiyesine gidip, 1923’de Galatasaray sultanisine girmiş olsanız da hayatınızı kazanmak  için Galatasaray’ı bırakıyorsunuz. 

 

Sonra gayrı, gelsin avukat katipliği, ambar memurluğu, gazetecilik, yayıncılık, bin türlü iş ve merhaba hayat denen büyük kavga! Birinci dünya savaşı sonrası bir moda çıkmış, size göre yazarın alt tabaka zenaatlarda çalışması, değilse de öyleymiş gibi göstermesi. Böylece kendilerini halktan gelmiş saydıracaklarını umuyorlarmış. Birçok yeteneksiz yazar kendini böyle sunmuş, çeviri okuruna kendini  yutturmuş. Bu moda sizin dönem moda olmaktan çıkmış, çünkü ‘yutacak alık kalmamış.’ 

 

En sıradan okur bile bilmiş ki artık, sahici yazarın yazarlık öncesi bazı zenaatlere girip çıkması önemli değil, yazar olarak bu zenaatlar hakkında bildikleridir önemli olan. Derken bir gün tutuklandınız… 1938’de Nazım’la tutuklanıp Yavuz zırhlısını kaçırma işinde ‘Erkin’ gemisine kapatıldınız. Marmara açıklarında zincir döküp demir atmış, çelikten bir dağdı Erkin ve güneşin altındaydı. Duruşmanız burada yapılıyordu. Suçunuz, kardeşiniz ve bir arkadaşına piyasada satılmakta olan kitapları ödünç vermek ten ibaretti. Onlar bahriyedeydi, hafta lık izinde size gelip, kitap alıyor, ertesi hafta okuduklarını getirip yenilerini götürüyorlardı. Hangi kitabı aldıklarını bile bilmediğiniz bu delikanlıların aldığı kitaplar bazen Nazım’ın, bazen Sabahattin Ali, yahut Adsız’ın kitaplarıydı. 

 

Kardeşiniz Yavuz zırhlısında astsubay, sizin suçunuz da kitap vermek, madem kitap vermek suç gerisini koyver gitsin, fasıl, kadere katlanmak  faslı… 

 

‘Tan gazetesi yazı işleri müdürü Kemal Tahir, kitaplar vasıtasıyla fikri telkinlerde bulunduğu, bu suretle manzunun askeri isyana teşvik suçu işlediğine tam bir vicdani kanaat hasıl edilmiştir. İstihsal edilmek istenen neticenin vehameti takdiri şiddet sebebi addiyle,  takdiren ol altı yıl müddetle ağır hapis cezasıyla cezalandırılmasına ve hidematı ammeden müebbeden mahrumiyetine, yaz kızım… 

 

‘İşte bu karar, bir zulüm belgesidir’, haklısınız üstadım, yerden göğe kadar hem de… 

 

63 yıl ömrün yirmi yılı çocukluk ve okul, 13 yılı tutukluluk süreniz, elde var 30 yıl… Sınırlarını zorladığınız, bir yılı iki yıl hükmünde  yaşayıp değerlendirdiğiniz, ne yazmış ve düşünmüşseniz içine sığdırdığınız otuz yıl… Ekmek kavgası bunun içinde, polisi yeler, çalakalem işler, senaryo, roman, hikaye, yayıncılık, dergi hayalleri,  ödüller… 

 

Çoşup taştığınız, edebiyatımızın en sahici ve önemli romanlarını yazdığınız yıllar, hepi topu bu kadar… 

 

Alangu ‘Türk romanının iki derin çizgisi var, ‘der, ‘biri Uşaklıgil, diğeri Kemal Tahir.ikisi de romanımızın dünyaya açılan penceresidir.’ 

 

Siz esaslı ve sahici bir aydınsınız, Osmanlı toplumunu, yapısını sahiden araştırmadan şimdiki toplum yapımızın kavranamayacağını üst perdeden söyleyen tek fikir adamımızdınız İsmet  Bozdağ’a göre, elbet okurlarınıza göre de. 14 yıl mapuslukta Anadolu insanıyla ilk elden bir gönül köprüsü kurabilmeniz, ruh gücü tabirinize sarılıp, uzağa bakabilmeniz, geçmişle an’ı harman edip, Anadolu insanının ruh gücünü,  bu güçle bırakın kölelikle bağdaşmayı, hür insanın hür gönüllü olmanın en özgül kaynağını oluşturduğunun altını çizmenize yarıyordu. 

 

‘Anadolu batılı tarzda bir feodaliteden geçmemişti, sistem miri idi.Mültezim arızi idi.Mültezimle ağa devletle halk arasında aracıydı. Bu toprakta ağalık, vermekleydi. Kanaatkarlık, cömertlik ve hoşgörü bir hürriyet denkleminin temelini oluşturan öğelerdendi.’ 

 

Derin bir iç gözlem ve olağanüstü bir otokritiğin sonucuydu, Şasa’ya göre, hakikat karşısındaki edep sizde öyle engindi ki, ruhunuzda hiçbir put barınamıyordu… Belki bundandı,kendi öz nefsinizin de modern felsefenin de putlarını kırdığınız ve elbet Nazım’larla Kıvılcımlı ile geçen bir mapuslukla gelen bilgelikten… 

 

Nicedir size yazmayı kuruyordum ancak gerek kitaplarınız, gerek sizden sözeden dergiler (misal, Kırklar dergi, Türkiye Defteri), gerek düşüncelerinizin onca yıldan sonra bile dipdiri ve günümüz dertleriyle nasıl örtüştüğünü görüp ürpermek, budayıp indirdi beni, hiçbir mektupta bu denli zorlanmadım. 

 

Bir kahkaha patlattığınızı duyar gibiyim. Ondan olmalı Bozdağ’ın sizin sohbetçi yanınızın en az romancılığınız kadar belki ondan ileri önemde olduğunu düşünmesi. Cümbüşlü üslubunuzun yakından tanığı olabilmeyi nasıl isterdim, tevellüt engel… Sofranıza, evinize girebilen bahtı açıklardan öğreniyoruz, çalışma masanız üstündeki Don Kişot heykeli yanısıra, tahtadan, vakur bir derviş heykelciği bulundurduğunuzu. 

 

Ama edebiyat tarihi, eleştirmenler, dergiler, edebiyat ders kitaplarında hakettiğiniz önemde yer almanızı, değerlendirmelerin yansız ve kinsiz yapılmasını da çok isterdim. 

 

Tanıklarınız, sizdeki bilgi herkesinki kadar olsa da, o bilgiyi değ erlendirme çapınız ve kavrayış, yorumlayış farkınızla yeni ufuklara yelken açtığınızda hemfikir. 

 

Kişiliğiniz çarpıcı, konuşma tarzınız dehşet, yorumlar kınsız bıçak, sohbet adamısınız. ‘Dönemin nankör, sinik, üslupsuz okumuşlarından  çok farklı, gür ve neş’e dolu bir sesi, bir sohbet üslubu vardı’ diyor Ayşe Şasa, sizin için. 

 

Yüksek eğitiminiz yok, bir otodidakt’sınız, okuyan, kültürümüz ve insanımızın, tarihimizin özgün yanlarını araştırmaktan bıkmayan, resmi tarih ve resmi kültür eleştirisine düşüncelerinizde çokça yer verensiniz. 

 

‘Bir şeyleri olumlarken de olumsuzlarken de tutkuyla, coşkuyla, sistemli bir bütünlük çerçevesinde davranıyordu.Somut olaylar, insan davranışları ve tutkuları konusunda derin bir gözlemci, soyut düşünce , sorgulama, akıl yürütme konusunda çok yetenekliydi' (A.Ş) Sıkça tekrarladığınız tavsiyelerden biri, her sabah her şeyi yeniden düşünmek gerektiği… 

 

‘İnsanın her sabah bütün peşin alışkanlıklarından, düşüncelerinden kurtularak, toptan, yeniden doğmuşçasına düşünmeye başlaması, çok önemli’ydi. 

 

Canlı bir düşünme ve kavrama yanında, amansız bir özeleştirmensiniz de… Şasa sizi, kendi nefsini tanıyarak alemi ve hakikati kavramaya çalışan Sufi’lere benzetiyor.Sorgulayıcı ahlakınızla Sufilerle büyük benzerliği vurgularken, ‘Dünyaya adı konmamış  bir dervişanelikle bakan bir arif, bir hakikat arayıcısı’ diyor, size. Suyun akarına gitmemek, hep akıntıya ters yüzmek kesin ilkeleriniz ve öğütlerinizden  Genelgeçer konuların doğruluğunu sorgulayarak yol alan, hep kaynağı hedefleyen bir düşüncedir sizinki, ona kalırsa. 

 

‘Bazı bunaltılı dönemlerde vatan kurtarmakla vatan batırmak hemen aynı görüntüdedir. Tarafsızları aldattıkları yer de burasıdır. Yalnız  aldattıkları için değil, farkına varmadan namussuzlara yardımcılık ettikleri yer…’ Bunda da haklısınız… 

 

’Hiçbir yenilik, Osmanlı ve Cumhuriyet halklarına özellikle orta köylüye korkusuz yaşama, gerçekten onurlu yaşama hakkını  sağlayamadı.Batılaşmanın iki aşamada da uğradığı kesin yenilgi bundandır’ derken haklı olduğunuz gibi… 

 

’Tarihsiz toplumların büyük sanatı kesinlikle olamaz. Elli yıllık tarihle sanat olamayacağı gibi, uydurma tarihle de sanat yapılamaz’ dediğinizdeki haklılığınız gibi… 

 

Romandaki çabanız, ciddiyetiniz, ustalığınız nerde, nerde şimdiki arızalı kurgucular, pazarlamacılar, naylon dilliler. 

 

Onları görme bahtsızlığına erişeydiniz , bir yumrukta yere sererdiniz valla… 

 

Ne büyük hikayeciydiniz.Göl İnsanlarındaki hikayeler kendini unutturmuyor.En güç yazın türü sizin için de, hikaye. 

 

’Küçük hikaye de kendi büyük konusuna muhtaçtır.Buradaki büyük konu romandan daha zor olduğu için, hikayede kendi yasaları içinde, kendi yasaları açısından büyük özellik ister.

 

.Büyük konu, büyük eser şartı hiçbir yazı türünde hikayede olduğu kadar önemli değildir.’ Haklısınız.  

 

Belki Aziz Nesin’in siz ölünce ‘fırtına dindi’ dediği, hem hayat, hem hikaye hem zengin bakış açınız hem akıl ve ruh dalgalarınız içindi…Fırtına dinse bile, ayaklandırdığı kainat ürperip durmaz mı, gidenin ardısıra? 

 

Anadolu coğrafyasına bir fitne gerçekleştirmeye gelen Batılı hayalperest, maceracı şövalye Notüs Gladyüs, fütüvvet ruhunun hayata vuran o devinimi içinde boğulur, yok olur, dipdiri teyakuzda bir ortak ruh Anadolu’yu işgalci fitnenin gölgesinden korumakta, onu karış karış savunmakta, tarih boyu dalga dalga gerçekleşen maddi manevi fütuhatın beşiği olmaktadır.Devlet  Ana kurgusu budur. 

 

Tıpkı şövalye Gladyüs’e set çeken Anadolu coğrafyası gibi, tarihsel olarak tüm zamanlar hikmetini bağrında toplamış olması, onun geçici bozgunlara karşı sonsuza dek direnme gücünü oluşturur. Size özgü put kırıcılığı, size özgü arayışçılığı bir yüreklendirme, ufuk açıcı rehberlik olarak görür, Şasa. 

 

Ve biz düşünmeden edemeyiz, o fitnenin işgalciliğini, buna cür’etini Anadolu insanının nasıl geri püskürttüğünü bir kez daha, yıllar, kuşaklar sonra… 

 

Öldünüz, pek erken öldünüz. Bizi kendinize ve görüşlerinize hasret bıraktınız en gerekli zamanlarda. Yaşayaydınız ne vardı? Olmadı…Biz, sizi kavramaya, esaslı anlamaya hâlâ çabalayanlar yaşadık, kaç darbe gördük, kaç zulüm, sormayın, demeye varmaz dilim. 

 

İşgali de gördük… Görmez ağrısına yata idik. 

 

Neyse ki o büyük ruh, o bin yıllık zulümden derin öğrenen Anadolu insanı canıyla, kalbi tüfengiyle püskürttü işgali. 

 

Ya üstadım, öyle oldu… 

 

Aklımda neler neler var idi, hatır sayarken daha sözcük sayısı oldu 1421… Ben size gene yazmak isterim, buna izin isterim. 

 

Ha okur musunuz, yoksa yıldızdan mı alırsınız haberi, onu ben bilemem.Yanıtlar mısınız, biz dünya mapusundakileri, onu hele hiç bilemem.

 

Nurlarda yatınız….

- Advertisment -