Niyeyse ölmüş gibi gelmiyorsunuz .Yetmiş yaşınızda çekip gittiğinizden belki, ya da yakışıklılığınız, esaslı oyunculuğunuzdan, 120 filminizle bize sunduğunuz hayalistanla gitse de kalanlardan olduğunuzdan.Doğaya, aşka, sevgiye, arkadaşlığa, ülkenize, işinize, dostlarınıza inanan, insanları seven birisiniz, hayatın da sizi sevmesini buna bağlıyorsunuz,sevdiğiniz işi yapıyor olmanız , size göre şans…
Mimar olacakken tiyatro oyuncusu oluyorsunuz, yeteneğiniz zorluyor öyle olmaya ve hayat…Yıllar sonra arkadaş hatırına uluslararası mimar/mühendisler kongresine katıldığınızda sah neye buyur edilince pek utanmışsınız.Ustalara ne diyeceksiniz ki? Mimariyi çocuk saflığıyla. Bir salon dolusu insanla hayaletmişsiniz…Yokluğunu duyduğunuz şeyin, modern yapılanma kavramında çocukların topraktan koparılması olduğunu dile getirmişsiniz…
Çocukların top oynayacağı yer kalmadığını, saman çöplerini yüklenip tek sıra yürüyen karıncaları ve onların küçük gizemli deliklerden yuvalarına girmesini izlemek artık olanaksız’ dediğinizde bir alkış kopmuş…
Bir de demez misiniz, ‘mimar elle tutulur şey yapar, kalıcı şey. Aktörlükten geriye ne kalır ki?
Gölgeler, gölge oyunları…’ Niye gölge oyunu olsun?Gerçek hayaller dünyası, asıl hayatınız ve biz seyircileri bu büyük, sahici hayal dünyasına buyur ettiğiniz için nasıl mutluyuz.
Sinemadan kazandığınızla evler gerçekleştirmek de hayalleriniz arasında…Özlediğiniz evinizi mimar Eiffel’le gerçekleştirmek kısmet olmamış, yüzyıl farkından. Demir bir kafes yapı, içinde asansörü olan bir kule, tepede demirleyecek bir uçan balon, işte en esaslı ev:Kuzeyde uyu, güneyde uyan, çünkü balon rüzgara göre hareket edecek. Eiffel olaydı, bu hayal gerçek olabilirdi belki…
Dudağınızın kıyısındaki o tebessüm mührüne şaşmamak gerek, aileniz, ömrünüz gülümsetiyor. Anacığınız sağır, babanız sonradan kör oluyor ve birlikte sizin filmlerinizi izlemeye gidiyorlar, sinemaya.Yan koltukta oturan seyircileri düşünün…’Ne dedi, ne dedi?’Ya da, ‘şimdi ne yaptı?’
Hepimizin bir Don Kişot olduğuna inandınız ve bazı hayallerin de gerçeklerden güçlü olduğuna. Sinema da güçlü, büyük bir hayal…
Haklısınız, ‘hayat bir saniye kadar, balkona bir çıkış kadar sürüyor, sonra kepenkler kapanıyor.’ Ondan mı Tarzan’ın yaşlılığını oynamayı hayal ettiğiniz?Temelinde melankoli olan bu mizahi filmle yaşlılığı irdelemeyi?
En hoşuma giden hayaliniz , tekerlekli sandalyede oturan sağır dilsiz birini oynama hevesiniz. Bu sizin tembelliğinizi yüceltecek , size göre, hatta Oscar alma riskine girme…Ama böyle bir deneyim kısmet olmamış.
Çevirdiğiniz son filmde, dinlenme molalarında ses ve görüntü kaydınızla ortaya getirilmiş ‘Hatırlıyorum’ (Can yayınevi,1999) İyi ki…Yoksa nasıl bilecektik sıradan bir hayattan, çileli dünyamızdaki altüst oluşlardan ne renkli bir İtalyan masalı yazdığınızı? O sapsız sahanda pişen yumurtanın tadını, tiki tak diye çalan kalp saatini, dağları ve karları ilk görüp tadışın heyecanını,anne çorbasının tadını kokusunu hep hatırladığınızı, Amerikan uçaklarının Roma’yı bombalayı şını? Hele, sizden 2122 yıl önce, evinizden iki adım ötedeki Arpino’da M.S.106’da doğan Cicero ile öğünüp duran dedenizin, onunla hemşeri olduğunuzu söylerken, ‘hayatı bilgeliğin değil, şansın belirlediği’ düsturunu?
Kızılderili şarkısı bir navajo dermiş ki, ‘Tüm gördüklerini hatırla/ çünkü tüm unuttukların/devam ederler rüzgârla uçmaya.’ Anılar önemli, haklısınız…Bir şarkı, bir yemek, bir görüntü, hatta koku…Bıçak Sırtı’nda kopya insan nasıl acı çekmişti, içi içini yiyordu çektiği acıdan, bir geçmişi yoktu, tek anı kırıntısı yoktu…
Dünyanın zor yıllarında, asker olmamak için askeri harita kurumunun çizim yarışmasına katılıp, Floransa’ya yollandığınızda, yemek bulabilmişsiniz, Roma’da olmayanı…Safa kısa sürmüş, Avusturya sınırı yakınına yollanmışsınız, orası Almanların elinde.Sahte belge yapıp, Venedik’e geçmişsiniz. Bu kaçak döneminizde ailenizi düşünerek, bir köşede fasulye biriktirmişsiniz.
Sonra da Roma’ya bir su tankeri üstünde, at biner gibi oturup, ağız kısmına sımsıkı tutunarak ve bir bavul dolusu fasulyeyi göğsünüze bastırarak…Kamyoncu sizi evin yakınına getirmiş, ailenize kavuşunca da bakın size ne getirdim, diye, fasulye bavulunu uzatmışsınız…
Heyhat, kardeşiniz büyük bir otelde garson olmuş, siz yokken ve herşeyleri varmış…Hükmü kalmayan fasulyeyi bir kenara bırakıvermişsiniz…
Koca bir sahne, aile eviniz…Dedenizin on çocuğu var, kızlı erkekli…’Herkesin keyfi yerinde’ filminizdeki babanın kaderini yaşadığını hiç sanmıyorum, dedenizin…Hoş, on çocuğun birkaçıyla ayrılık zaten yok, aynı atölyede iki tezgahta çalışan iki marangoz, dedeyle babanız.Siz çırak…
Arada bir kepenk tamiri için gidilen evde, bakıştığınız kıza rastlamak kötü kader.Ama, tahtanın o unutulmaz kokusu, onların emeklerine, terine karışan tahtanın kokusu…Sıradan şeyleri tanıyıp bilinçlenme alçakgönüllülüğü çağırıyor, en azından sizin için bu böyle.
Sorarlarmış, ‘habire film çeviriyorsun, peki sen ne zaman yaşıyorsun?’ Bu sizin de arada kendinize sorduğunuz soru.Uydurulmuş öykülerden herkes gibi yaşamaya ne zaman geçilecek?Parantezin içinde yaşamış gibisiniz , doğal yaşamayı beklemiş, ancak beklediğinizi hiç bulamamışsınız…Bu kendi itirafınız.
Tıpkı, aktör olduktan sonra sinemaya seyrek gittiğinizi açık ettiğiniz gibi. Gençken herkes gibi o büyülü, gizemli sinema salonunun tutkunusunuz.Neredeyse her öğlen gidiyorsunuz sinemaya, ikindi kahvaltısı ve ekmeklerinizi alıp. İki film, yanında Işıklı Gazete ve Çizgi film hediye. Saatler sürermiş çıkmanız. Bu hikaye nasıl da tanıdık…
Latin Âşık etiketinden hiç kurtulamamışsınız …İktidarsız erkeği, hemen ardından aldatılan adamı oynamışsınız, hamile kalan erkeği de, eşcinseli de, erotik fantezili Fellini filmlerinde, umutsuz adam tipinde…Hiç…Yetmişi aşmışken bile sizden Latin âşık diye sözetmelerini can sıkıcı bulmaktan gayrısı gelmemiş elinizden.
İlk aşkınız tiyatro, size göre bir tapınak…Güneşin hiç girmediği, hep az ışıkta çalışılan, sessiz bir tapınak, öyle ki virgüllere bile saygı gösterilir, herşey sözcüklerde yüklü…
Sinema öyle mi ya?Orada herşey var. Referans istemez sinema, kimseye soru da sormaz. Arapsaçı bir düzende herşey olağandır, zaten büyüsü de bundandır…
Günlerden bir gün, akşam inmek üzereyken trene binersiniz. Uçak saldırısına önlem olsun diye ışıklar sönük gitmektedir tren. Tıklım tıklımdır, kimse doğru dürüst seçilemez.Yakında bir kadını hissedersiniz, arkadaşlarıyla sohbet eden bir kadın. Sigara içesiniz gelir, o sıkışıklıkta sigarayı yakınca, yüzünüz aydınlanır.Bu çakma sizi körleştirir, kadını size sokulmaya iter, burun buruna gelince, öpüşmeden edemezsiniz.
Yıldırım çarpmıştan beter olursunuz.
Kim olduğunu görmediğiniz, bilmediğiniz bir kadın, ilk istasyonda inen gruptan kimi öptüğünüzü asla bilemezsiniz, güzel mi çirkin mi, onu da…Tek bildiğiniz öpücüğün güzel olduğudur, karanlığı aydınlatan, zor yolculuğu güzelleştiren öpücük…Yoksa, onca yıl sonra, yüzü, saçları, boyu bosu seçilmeyen bir kadınla öpüştüğünüzü niye hatırlayasınız?…
Aşk gibi…Tuhaf.
Stendhal’in ‘aşk bir tür kristalleşmedir’ dediği yalan mı?
Küçük kuru bir dalı alıp, kaynağın dibine koyun, döndüğünüzde sihirli kristallerle kaplandığını görüp şaşarsınız, demez mi o? Aşk bundan başka nedir ki?Aydınlanan, âşık olduğumuz insanı tılsımlı ve özel kılan kalbimiz değil mi?
Haklısınız …
Ondan değil mi, bir film karesi, yani yalan hikaye de olsa, o Günebakan çiçekleri tarlasında efsane Sofia ile öpüşme sahneniz hiç unutulmadı, hani onun küpesini yutmuştunuz…
Öldüğünüzü düşünsem, ruhunuza esenlik dilerdim, inanmıyorum ki…