Ve elbet bunların edip olanları…
Dünya birbirini yerken sofralardan ve sizin damak tadınızdan sözetmek, bunu düşünmek bile tuhaf belki.
Neylersiniz, ağrıyan yer başka, acıkan yer başka…
Hem dünya tarihinin, hem siyasi tarihin, hem sanat tarihinin sofralar üstünden de anlatılmasından yanayım, bende’niz de.
Yokluğun mutfağının anlatılmasından da yanayım.
Ama açlığın, kıtlığın, savaşın ne adının anılmasından yanayım elbet, ne insanların bununla sınanması, terbiye edildi sanılmasından yana…
Oburluk denende ilk akla gelen değil midir, Yahya Kemal ?
Ben görenin, bilip de söyleyenin yalancısıyım üstadım.
Yalansa yalan buyurunuz, ötesi Mina Urgan’ın lavgarlığıdır.
Yemek listesine göz atıyormuşsunuz,’ Tatar böreği, iç pilav, zeytinyağlı enginar, kuzu çevirme, yoğurtlu kebap, badem tatlısı, kaymaklı baklava…Ağzınızı şapırdatarak, sofradakilere buyurmuşsunuz ki, ‘işte, Türkçe’de okumaya doyamadığım en leziz eser!’
Halid Fahri yemeğe buyur etmiş, ‘fakirhanemiz sizi ağırlamaya uygun olmasa da, âlâ bir hindi dolmamız var’ demiş. ‘Hindi güzel, ama, sofrada kaç kişi var, sen onu söyle’ demişsiniz.
Halil Lütfi Dördüncü, ki nekesliğiyle bilinir, yemeğe çağırmış, siz memnuniyetle kabul etmiş, ancak sofranın haline esef etmişsiniz.Ne var ne yoksa silip süpürdükten sonra, ev sahibi teşekkürle sizi tekrar yemeğe çağırmak istediğini söylemiş, ‘herhalde kabul buyurursunuz’ temennisiyle…Gözleriniz parlayarak, ‘Tabii’ demişsiniz, ‘isterseniz hemen şimdi…’
‘İrfânına âferin Tokatlı/ Bir kubbali şâheser, bu tatlı! Cennette de böyle tatlı olmaz/Bir baklava elli katlı olmaz! İrfânına âferin Şamlı/ Tatlın ne kadar da ihtişamlı. Ey Pandeli kâfir, sana yüz bin kere alkış/ Kaç aşçının altın teri köftenle karışmış!’ E, bunları biz yazmadık herhalde. Gönül tadı damak tadıyla yarışıyor olmalı.
Havaya attığınız jambonu maharetle ağzınızla kaptığınız, o pek bilinen göz mezesi kırmızı turplarınız, rakıyı karafakiden (siz sürahi demişsiniz) değil, şişesinden içme itiyadınızı geçiyoruz…Kimbilir belki hepsi bir ev sofrasına, aileye olan hasretten…
Ahmet Hâşim üstad, son yazınızın (Mülkiye, nr.26 Mayıs 1933, s.1-2) Yemek yazısı olması ilahi takdir midir?İlkin Gandi’ye gönderme yapıyorsunuz, gıda için yaradılmış midenin gereksiz boş bırakılması sarılığa tutulmanıza yol açtığından, son oruçtan sağlam çıkacağınızı sanmadığınız, üzre…Valery’nin “Ruh ve Raks” şaheserinin başında Sokrat der ki, ‘yemek yiyen bir adam adalet işi yapar.Midesine indirdiği her lokmayla kusurlarına olduğu kadar faziletlerine de yeni kuvvetler verir. Aşk da, kin de beslenmeğe muhtaçtır.”
Bunda haklısınız, ama, aynı yazıda vurguladığınız, sizi’ et yiyen asil kurdun akrabalığından, ot yiyen aptal koyun akrabalığına düşüren uzun rahatsızlığınız’dan sözederken, et-ot kıyasınıza esef ettim, affınıza sığınarak…Evet, uygarlıktaki rolünün gücü açısından mutfak kütüphaneden aşağı değil, ama, ot etten hiç aşağı değil, hatta bir üstünde, hadi başabaş’ta uzlaşalım. Belki sebze ve zeytinyağının kudretine iman edip, tadına varıp, zeytinyağlı patlıcan dolmasının ilmine öyle vardınız…
Evdeki işleri çeviren yardımcı hanım, bir bakır tencere dolusu zeytinyağlı patlıcan dolmasını yediğiniz gece ruh teslim ettiğinizi söylemiş, günahı vebali onun boynuna.Sebzenin, zeytinyağının ete üstünlüğünün ölümüne kanıtı, keşke öyle olmayaydı.
Yusuf Ziya Ortaç sizin yemeği, tatlıyı dile getirişinizde sanatsal bir deha görür. Bir gün onu bir sütçü dükkânına götürmek için ne diller döktüğünüzü anlatırken, ‘Hâce, Virjil’in bütün kırlarını, çiçeklerini bir lokma hâlinde yemek ister misiniz? Bende’nizle beraber beş on adım zahmet ediniz. Şuracığa, Eminönü’nde bir sütçü dükkânına.Orada size bir lüle kaymak ikram edeceğim, ama, siz bir lüle kaymak yemiyeceksiniz, Virjil’in bütün şiirlerini yiyeceksiniz…’
Buyurunuz… Kaymağın şâirâne söylenişine buyurunuz…Ortaç buradan yola çıkarak, sizin Eminönü’nde Bulgar kaymakçı, Balıkpazarı’nda Kandiyeli börekçi, Bahçekapı’da Acem pilâvcısı, hâsılı Istanbul’un her köşesinde tatlısı tuzlusuyla meşhur bir yeriniz olduğunu belirtmeden edemez.Ağız tadı ustaları bir yana, kendi küçük hânenizde de bir şikempervermişsiniz, sofra şefi imişsiniz…Domatesli pilav baş tacınızmış, bir de kavun…Meyvelerden tercihiniz sorulanda, ‘bunlar, yani üzüm, kavun, şeftali, portakal, müstakil imparatorluklardır, birbiriyle mukayese edilemez’ diyorsunuz.
Hakkı Süha haksız mı, ‘kamış olmak istiyordun, bu vücud ve iştaha ile buna imkân yok.Bari göllerde kamış olmak iddiasını bırak, ormanda baobap olmayı dile’ derken, dediyse eğer…
Fakat siz, aç ölen şairimiz Süleyman Nazif, size hep içim sızlar…
Eskiler tabiriyle ekûl, yani obur diyorlar size. Akşam dışında her öğünde büyük iştahanızla yiyorsunuz, en sevdikleriniz mercimek çorbası, yağlı pirinç pilavını, böreği, zeytinyağlı lahana sarmasını…Akşamlar aşsız, ekmeksiz, yalnız rakıyla geçiştiriliyor (!)
Son günlerinizde yemeğe, o baş tacınız olan yemeklere ayıracak paranız yok…Yoksulluk dizboyu terk-i hayat ediyorsunuz. Gazetelerin ve elin ağzı torba değil ki büzesin, manşet atıyorlar, ünlü şairin mezarını belediye yaptırıyor, diye…Ömer Ferid Kam, şu kıt’ayı yazıyor, ardınızdan: ‘ Sağlığında nice ehl-i hünerin/ Bir tutam tuz bile yokdur aşına/ Öldürüp evvel onu açlıkdan/ Sonra bir türbe yaparlar başına.’
Ne olur toprağınıza ağır gelmesin, sizi incitmiş olmayayım…
Rıza Tevfik üstadım, siz, güzel yiyen, güzel yediren, güzel yaptığı yemekleri ikram etmekten ve iyi yemeği yapana iltifattan zevk alan bir şikempervermişsiniz, arkanızdan böyle yazdılar üstadım, ne mutlu…Az yeseniz de, keyf’le, lokmanın tadına vararak, hakkını vererek, tadına tad katarak, bir gurme ve bir Lucullus (ağız tadıyla ünlü Romalı kumandan) imişçesine anlayışla…
En güzel Refik Halid anlatıyor sizi…Tokmakla keşkek dövdüğünüzü, şekerli yumurta sarısını sıcak sütle bol köpüklü kuş südü yapışınızı, özel patates salatanızı bir ‘filozof beğendi’ yapıp çıkarmanızı, Püryan’ınızı…Bu işlerin içinde gizli bir hüner vardır , ona göre, bunu da ancak Serâb-ı Ömrüm şairi bilir…(Her Kalem, Ocak 1951)
Refik Halid üstadım sizin yazdıklarınız yemek edebiyatımız doruklarında, buna da bir mim koymadan olmaz…
Ah ah…Herkes gönül terkisindeki ağız tadlarını, ustaların sofralarını bir kıyıcığa not etse, edilmişler, kitap olarak basılmışlar kadar, saklıdakiler de bilinse, unutulmasa, örnek ve ibret olsa…
Kaynak: Türk Edebiyatı dergisi Sayı:449