Biliyorsunuz, Yenikapı mitingi zamanında, Sıla, üç büyük partinin katılımıyla düzenlenen bu miting için “şov” tabirini kullanmış ve bu yüzden katılmak istemediğini söylemişti (en kısa tabirle, ben kendisine katılmıyorum). Bizim ülkenin şanındandır. Katılmadığımız ne varsa hemen bir “kampanya” başlatırız. Bizim ülke diye genelliyorum, çünkü bunun sağla, solla veya ideolojiyle pek bir ilgisi de yok. Bu toprakların tahammülsüzlükle yoğrulmuş hemen her vatandaşı, kendisinin katılmadığı her lafa kafayı takar ve bunun üzerinden bir “duruş” sergiler. Hayat da tabii o duruşun yanında olanlarla olmayanlar diye ikiye ayrılarak sürer gider.
Daha önce de “katılmıyorum demek çok mu zor?” mealinde bir yazı yazmıştım. Anlaşılan, zordan da öte, imkânsız… İfade özgürlüğü gibi Batı’nın icat ettiği kavramların bizde işe yaramamasının nedeni de kültürle ilgili. “Karşındaki fikirlerini istediği gibi söyleyecek ve sen de onun görüşlerine saygı göstereceksin.” Buraya kadar herkes hemfikir. Ama tabii aşağılama, küfür, saygısızlık filan olmayacak. Hah, şimdi oldu! O halde Sıla’nın Yenikapı mitingine şov demesine rahatlıkla saygısızlık diyebiliriz. Sıla “mitinge şov diyerek şehitlerimize saygısızlık etmiştir.” Yani Sıla fikir filan beyan etmiyor; demokrasiye gönül vermiş insanları alenen aşağılıyor!
Gerçekten bir çırpıda bu noktaya gelmeli miyiz? Hayata bu gözle bakarsanız, sadece birbirini aşağılayan insanlar görürsünüz. Öyle olunca da “haddini bildirme”ler, “aklını başına al”lar, “sen kim oluyorsun”lar, kampanyalar, linçler alır başını gider. Halbuki tek yapılması gereken, altı üstü Sıla’nın yorumuna katılmamaktır. Ama bizde durum maalesef bununla da kalmıyor. İş, kişiden nefret etmeye ve onu bir daha hayatına sokmamaya kadar gidiyor. Bunun en iyi örneğini geçende facebook’ta rastladığım, Türkiye’de liberalizm denince ilk akla gelen kişilerden biri vermiş:
“Milyonlarca insanın katıldığı bir darbe karşıtı mitingi “Show” olarak nitelemek bir haksa, bunu diyenin konserlerini iptal etmek de bir haktır. Bu bir yasak değil sözleşme iptalidir. O kişi sevenleriyle ve destekleyenleriyle istediği konseri yapsın. Oh, ne âlâ dünya. Ben istediğime istediğimi söyleyeyim, ama hiç kimse bana karşı bir tavır göstermesin. Geçti o günler. CD’lerim arasında cd’lerin varsa onları da kırıp atacağım. Milyonlarca kişinin de aynı şeyi yapacağından ve cd’lerini almayıp konserlerine gelmeyeceğinden emin olabilirsin [vurgu bana ait].”
Bu kişi nasıl öfkelendiyse artık, iletisinin son cümlelerinde direkt Sıla’nın kendisine sesleniyor ve “cd’lerini kırıp atacağım” diyor. Doğrusu bu kadar ufuk açıcı bir davranışla daha önce karşılaşmamıştım. Bir sanatçının eserleriyle görüşleri arasındaki farkın ne olduğunu, bu saatten sonra ne ben anlatayım ne siz dinleyin. Siz en iyisi bu liberal gibi davranın ve bir sanatçının eserlerinin değerini gene eserleri üzerinden değil, onun kişiliği ve söylemleri üzerinden verin.
* * *
Bir de şu “üst akıl” meselesi var. Yine bizim memleketin şanındandır. Sağcısı solcusu fark etmez; kiminle konuşursanız konuşun, hemen her olayın arkasında Amerika, CIA, İsrail, Mossad, Rusya, İngiltere (gerisini siz sayın) vardır. Bu söylemi profesöründen okuma yazma bilmeyenine kadar herkes sözleşmişçesine paylaşır. Tabii ki dış güçler, büyük devletler, dünya politikasında söz sahibi olabilmek için çıkarlarına ne hizmet ediyorsa o yoldan gitmek isterler. Ama bu rasyonel gerçeklik bir çeşit batıl inanç tarafından ele geçirilirse, ülkenizde ne olursa olsun bunun müsebbibi hep başkaları olacaktır. Sınavına çalışmayan ama sınavdan düşük not alan öğrencinin, bunun nedenini kendisinde değil sınav sorusunun zorluğunda veya öğretmenin kendisine takmasında araması, tamamen aynı zihniyetin ürünüdür. Başıma gelen kötü şeylerden sorumlu olan hiçbir zaman ben değilimdir; hep başkalarıdır.
Bugün de büyük bir kesim darbenin arkasında Amerika’nın olduğunu söylüyor. Bir kere, ortalama bir okur için darbenin arkasında Amerika’nın olup olmadığı en fazla “inanç” olarak kalmak zorundadır. Neden darbenin arkasında Amerika’nın olduğunu sorduğum bir arkadaşım, bana Gülen’in Amerika’da yaşadığından, darbeci askerlerin cebinden dolar çıktığından ve İncirlik üssünden bahsetti. Ne yapsın? O da olayları böyle anlamlandırıyor. Kızamazsın. Sonuç olarak “Amerika darbenin arkasında” argümanı benim için bir söylem ve bu söylemi dile getirenlere “yanılıyorsun” diyemiyorum. Yapabileceğim şey, onlara bu görüşle hayatlarında başarılar dilemek… Ama son günlerde darbenin arkasında Amerika’nın olduğunu kanıtlamaya çalışanlar artık akıllarına gelen her şeyi yazıyor. İş Donald Trump’a bel bağlamaya; Trump’ın ağzından “Amerika darbeyi destekledi” haberi yapmaya kadar varıyor. Bu seviyede, bu yolla “kanıtlama” telaşı ve isteği, sıradan bir vatandaş olarak beni, Amerika’nın bu darbenin arkasında olduğu savından soğutuyor!
Son olarak, twitter’da bir arkadaş “Etyen Mahçupyan son üç yazısında ‘darbenin arkasında ABD yoktur’ diyerek esas faili saklamaya çalışıyor” mealinde bir şeyler yazmış. Bir çentik altında, “Mahçupyan niye hiç Amerikan bağlantısını yazmıyor? Kendisinden şeffaflık bekliyoruz” diyenler de var. Yani, Mahçupyan aslında darbenin arkasında ABD olduğunu biliyor, ama yazmıyor, saklıyor, üstünü örtüyor, şeffaf davranmıyor, lafı dolandırıyor… Zaten “üst akıl” inancı tam da bu değil mi? Karşımdaki benim duymak istediğim şeyi söylemiyorsa o zaman kesin bunun arkasında bir şey olmalı!
Üst aklı uzaklarda aramamak lazım; o hep içimizde yaşıyor.