Bu başlık, TESEV’in 10 Şubat günü Bilbao’da Bask Üniversitesi ile birlikte düzenlediği “Barışın demokratikleşme yoluyla inşası: Bask modelinin ışığında Kürt sorunu” konulu panelin önemli oturumlarından biriydi. Oturumdaki konuşmacıların siyasi eğilimleri ne olursa olsun İspanya’yı bir özerklikler devletine dönüştüren 1978 anayasasını esas almaları ve konuyu bu optikten, artıları ve eksileriyle değerlendirmeleri doğaldı.İspanya’nın iki tarihi milliyeti Katalunya ve Bask Ülkesi’ndeki özerk parlamentolarda bugün kendi geleceğini belirleme hakkını savunan ve bağımsızlıkçı olarak nitelenen siyasi partiler salt çoğunluğu ellerinde bulunduruyor. Ama yerel düzeydeki bu çoğunluk İspanya genelinde pek bir şey ifade etmediği için anayasal düzeyde öngörülen siyasi özerkliği daha ileri taşımak mümkün olmuyor.Aslında yanıtı bulunması gereken soru şu: anayasanın öngördüğü siyasi özerklik özünde nihai bir çözüm mü, yoksa bağımsızlığa giden yolda bir aşama, Bask milliyetçiliğinin kurucusu Sabino Arana’nın bundan yüz yılı aşkın bir süre önce söylediği gibi bir ara istasyon mu? Soruyu İspanyol anayasası bağlamında yanıtlamak, konunun evrensel boyutunu bir kenara bırakmak ve tartışmayı İspanya’nın kendi siyasi gerçeklerine hapsetmek gibi bir risk taşıyor. Böyle bir durumda benim Bask değil İspanyol modeli dediğim hukuki çerçeve Kürt sorununa sadece kısmî bir ışık tutabiliyor. Çünkü oturumu açış konuşmamda altını çizdiğim gibi, siyasi özerklik teorik olarak ulusal azınlıkları korumanın üç boyutundan sadece birini ve en gelişmiş olanını oluşturuyor.İlk boyut, ulusal azınlıkların bireysel haklarının tanınmasını öngörüyor; burada söz konusu olan etnik, dinsel, lengüistik, kültürel ya da cinsel azınlığa mensup kişilerin bireysel hakları. Demokratik hukuk devletinde herkes yasa önünde ayrım yapılmaksızın eşit olduğuna göre, bir azınlığa mensup bireyin farklılıklarından doğan haklarını kullanması engellenemez. Ülkesinde azınlık bulunduğunu tanımayan Fransa Anayasa Konseyi’nin bu doğrultuda yeri geldikçe altını çizdiğim bir içtihadı var. Bunu adı konulmamış bir “farklılık hakkı” olarak tanımlamak da mümkün kuşkusuz.İkinci boyut, bir azınlığa mensup kişilere özellikli (spécifique) hakların, örneğin ana dille ilgili olanların tanınmasını öngörüyor. Özel veya kamu okullarında ana dilin öğretilmesi ya da ana dilde eğitim verilmesi, azınlık dilinin kamusal alanda örneğin adalet ve siyaset alanlarında kullanılması hep bu kapsamda yer alıyor.Üçüncü boyut, ulusal azınlıkların kurumsal düzenlemelerle korunmasını öngörüyor. Yukarıda belirttiğim gibi, siyasi özerklik bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir hak. Buradaki amaç, sadece azınlığın çoğunluğa karşı korunması değil, aynı zamanda azınlığa mensup bireylerin, oluşturulan yerel siyasi topluluk içinde demokratik karar alma sürecine daha etkin biçimde katılmasını sağlamak. Siyasi iktidar merkezinin azınlık mensuplarının yaşadıkları coğrafi alanlar dikkate alınarak yerele dağıtılması, ulusal düzeyde azınlık olan kişilerin yerel düzeyde çoğunluğa dönüşmesini ve anayasada öngörülen yerel kurumlar aracılığıyla iktidarın bir parçasını doğrudan kullanma imkânına kavuşmasını sağlıyor.Bu tür yerelleşme, en ileri düzeyde federal sistemlerde görülüyor. Ancak federal sistemlerde genel olarak öngörülen simetri her zaman ulusal azınlıkların taleplerini karşılamayabiliyor. Bunun en tipik örneğini Kanada’daki Québec milliyetçiliğinde görüyoruz. Anlaşılan o ki bazı durumlarda asimetri, ulusal azınlığa mensup kişiler için federal sistemden daha önemli bir şemsiye oluşturabiliyor.İspanyol anayasasının çok tartışılmış olan 2. maddesini de bu bağlamda değerlendirmekte yarar var. “İspanyol milletini oluşturan milliyetler ve bölgelerin özerklik hakkının tanınması”, “herkese kahve” (Café para todos) dövizine ve daha sonra bu maddeyi milliyet ve bölgelerin tavanda eşitleneceği şeklinde yorumlayan –daha sonra iptal edilmiş olan- yasaya (LOAPA) karşın açık bir asimetri yaratmış bulunuyor.Anayasanın kabulünden bu yana geçen 36 yıl Özerklikler Devleti’nin giderek asimetrik şekilde federalleştiğini ortaya koyuyor. Eliseo Aja 1999’da yayımladığı “Özerklikler Devleti” başlıklı kitabında İspanya’nın daha o tarih itibariyle Alman ve Avusturya örneklerindeki ile eş değer kurumlara kavuşmuş olduğunu vurguluyor. Sosyalistlerin ağır toplarından Ramon Jauregui de aynı tarihlerde bana anayasal değişikliklerle federal sisteme geçilebileceğini ve bu sistemin mevcuttan çok da farklı olmayacağını söylemişti.Ne var ki anayasal sisteminin asimetrik şekilde esnemesi, Bask ve Katalan bağımsızlıkçıları tatmin etmiş değil. Bunun nedeni, anayasanın, halkın referandumla uygun görmesi halinde ayrılmayı mümkün kılan kendi geleceğini belirleme hakkını öngörmemiş olması. Siyasi konularda referandum yetkisi merkezi hükümette; anayasa değişikliğini beşte üç çoğunlukla yapabilecek olan kurum da Temsilciler Meclisi. Bask ve Katalan milliyetçilerin bu çoğunluğa ulaşabilmeleri ise fiilen mümkün değil.Bu konuda ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin bir içtihadı var. Mahkeme özerk parlamentoların kendi kaderini belirleme hakkıyla ilgili referandum kararlarını anayasaya aykırı buluyor. Zira İspanyol milletini oluşturan milliyet ve bölgelerin İspanya’dan ayrılmasıyla ilgili kararı sadece o milliyet ya da bölge sınırları içinde yaşayanların değil, tüm İspanyol halkının vermesi gerekiyor.Ayrıca yazılarımda yeri geldikçe vurguladığım gibi, kendi geleceğini belirleme hakkının kullanılması, bu konuda BM Genel Kurulu’nun aldığı ilke kararına (1514/60 sayılı) göre, “ulusal birliğe” ve “toprak bütünlüğüne” aykırı olamaz. O bakımdan bağımsızlıkçılara bu konuda referans oluşturan herhangi bir uluslararası belge de yok. Sadece Kosova’nın fiilen ulaştığı bir bağımsızlık var ve bu da en azından şimdilik tek bir istisna olarak duruyor.Panelde yaptığım konuşmanın birinci bölümü özetle yukarıdaki hususları içeriyordu. İkinci bölümde ise, İspanyol anayasal sistemini referans alan ve “demokratik özerklik” talebinde bulunan HDP’nin konuyla ilgili genel yaklaşımını özetle aktardım.Bu bağlamda, HDP’nin bildiğim kadarıyla bölgelerden oluşan Türkiye önerisinin asimetrik değil simetrik bir nitelik taşıdığının altını çizdim. İspanyol anayasasında yer aldığı gibi, “milliyet ve bölgelerden” değil sadece bölgelerden oluşan bir yerelleşme öngörmesinin aslında “Herkese kahve” yaklaşımına uygun olduğunu, böyle bir sistemin benimsenmesi halinde, özerkliğin ötesine taşan bir federalleşme olmayacağının ve bağımsızlığa giden bir ara istasyon talebi bulunmadığının anlaşıldığını belirttim.Kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin esas sorunu, İspanya’dan farklı olarak, AB üyelik sürecindeki anayasa değişikliklerine karşın tümüyle demokratik bir anayasaya sahip olmamasından kaynaklanıyor. Yeri geldikçe altını çizdiğim gibi, Meclis’teki muhalefet partilerinin ilk 3 madde ve başlangıç bölümüyle ilgili kırmızıçizgileri başta olmak üzere yeni anayasa konusundaki tutumları özellikle Çözüm Süreci’nin ihtiyaç duyduğu ölçüde demokratik değil. Sürece karşı çıkmaları ya da açık destek vermemeleri de ayrı bir sorun oluşturuyor.Bununla birlikte silah bırakmanın siyasi bedeli olmasının, daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin PKK’nin silah bırakması karşılığı, siyasi özerklik öngören bir anayasa yapmasının kabulü mümkün değil. Çünkü evrensel demokrasi ilkelerinin başında, siyasi sorunların elinde silah tutanların baskısıyla değil halkın seçtiği siyasetçiler tarafından çözülmesi geliyor.Ne var ki Lozan’da yer alan Müslüman olmayan azınlıklar dışında topraklarında azınlık tanımayan Türkiye’nin bu konuda en azından örnek aldığı Fransa kadar demokratik olması, yerelleşme konusunda daha çok adım atması gerekiyor.Siyasi özerklik kuşkusuz bağımsızlıkçılar için nihai bir hedef olmadığından, onları hiçbir zaman tatmin etmeyecek. Ama ulusal azınlıkların ülkeye demokratik entegrasyonu ve siyasi yaşama daha etkin biçimde katılmaları bakımından önemli bir formül olduğuna da kuşku yok.Bask Ülkesi’nde özerk parlamentoya yaptığımız ziyaret ve Victoria’da hükümet ve siyasi parti temsilcileriyle tartıştığımız bazı konuları sonraki yazılarımda ele alacağım.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik