Nurettin Sözen, 1989 yerel seçimlerine, dönemin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) sayılabilecek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) adayı olarak girmişti. Anketler, Anavatan Partisi (ANAP) adayı Bedrettin Dalan’ın ezici bir üstünlükle bir kez daha İstanbul belediye başkanlığını kazanacağını gösteriyordu. İşin aslı, Sözen’in de herhangi bir iddiası yoktu; seçimlere girmişti ama, öylesine…
Ne var ki seçim, başta Sözen olmak üzere herkes için büyük bir sürprizle sonuçlanmış, SHP tam 10 puan farkla İstanbul’u almıştı.
Rivayet edilir ki, bir anda İstanbul’un devâsâ sorunlarıyla karşı karşıya kalan Sözen ilk iş olarak SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’yü arar ve “hesap” sorar: “Bana kazanma riskinin olmadığını söylemiştiniz, şimdi ne olacak?”
Uydurma tabii, fakat insanda, gerçeğin hiç değilse bir bölümünü yansıttığı duygusu uyandıran o yerinde ve zekice uydurmalardan biri değil mi?
Öte yandan, muhalifliğine (ikinciliğine) aşkla bağlı sosyal demokrat sol’umuzun iktidara gelmekten ürken karakterine dair uydurma olmayan, yaşanmış olaylar da var.
İki küçük anekdot
İşte, işaret ettiğim ruh haline ilişkin iki küçük anekdot…
Birincisini, 2002 seçimlerinde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın üç “sahne prensi”nden biri olan Yaşar Nuri Öztürk (öbürleri Zülfü Livaneli ve Bayram Meral) anlatmıştı:
Her zamanki gibi hüsranla sonuçlanan seçimden hemen sonra… Öztürk, Baykal’a giderek şöyle diyor: “Sayın genel başkan, yarından itibaren öyle bir hazırlığa başlayalım ki, Türk halkı, bunların morali hiç bozulmamış, iktidarı istiyorlar ve hak ediyorlar, desin.”
Baykal’ın cevabı: “Yaşar Bey, sakin olun, biraz oturup dinlenelim ve AKP’nin karşılaşacağı zorlukların altında ezilmesini izlemenin keyfini sürelim.” (Not: Ortalıkta o kadar dolaştırılmasına rağmen Deniz Baykal bu iddiayı hiçbir zaman tekzip etmedi.)
Aktarmak istediğim ikinci anekdotu ben televizyonda bizzat dinledim. 2007’deki genel seçimler öncesi… Aralarında Ertuğrul Özkök’ün de bulunduğu dört gazeteci Baykal’a sorular soruyordu. Özkök, sıra kendisine geldiğinde, Baykal’ın ağzından neden hiç “iktidara geldiğimizde” türünden cümleler duymadıklarını sordu.
Baykal cevabında gayet net bir biçimde, bazen muhalefetin iktidardan da önemli bir pozisyon olduğunu, bunu layıkıyla yapan bir partinin ülkeye iktidardan bile faydalı olabileceğini anlattı… Bu muhteşem lapsus (beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş edivermesi) karşısında ben de tıpkı stüdyodaki dört gazeteci gibi şaşırıp kalmıştım.
Sosyalist sol?
Peki, sol’un sosyal demokrat varyantı böyle de sosyalist varyantı çok mu farklı? Hayır, farklı değil.
Türkiye’de “sağ-dışı”, yani geniş yelpazesiyle “sol” politik hareketlerin ülkeyi yönetme arzularının çok cılız olduğunu, hatta iktidara gelme fikrinin zaman zaman fobik bir ruh hali ürettiğini düşünüyorum. Öyle olunca, insanda var olan iktidar duygusunun tatmini “içerde” aranıyor. Kendisine “sosyalist” diyen sol’un biteviye bölünmesi ve onların kendi aralarındaki rekabeti ve kavgası böyle bir tatmin arayışının türevinden başka bir şey değil.
Bence, sol-içi kavganın zirvesi sayabileceğimiz kanlı 1 Mayıs’ın (1977) 40. yıldönümünde sol’un çıkarması gereken en büyük ders bu.
Geçtiğimiz yaz aylarında yayımlanan kapsamlı “Maden-İş tarihi” kitabında yer alan 1 Mayıs 1977 dosyası, görmek isteyenler için bu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor.
Derinden Gelen Kökler
Derinden Gelen Kökler adlı kitap “Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu” tarafından hazırlanmış… Büyük boy, iki cilt, toplam 1060 sayfalık bu çok kapsamlı çalışma yıllar süren bir araştırmanın ürünü (grup ilk toplantısını 8 Mayıs 2008 günü yapmış)… Tarihi çok eskilere giden fakat esas etkisini 1970’lerde gösteren Maden-İş, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) bir üyesi olarak 1970’lerin işçi hareketine damgasını vuran en önemli sendikaydı.
Kitabı hazırlayan grup üyeleri, “kitabımızın hikâyesi”nde amaçlarını şöyle anlatıyorlar:
“Doğruları ve yanlışlarıyla verilen bunca mücadele ve emeğin heba olmaması, bunların kendi kuşağımıza, günümüz işçi ve emekçilerine, araştırmacılara ve ilgi duyacaklara aktarılması ortak görüş oldu. Tarihçi değildik ama bilgilerimizle, bildiklerimizle, var olan belgelerimizle, canlı tanık ve tanıklıklarımızla tarihin hafızasına katkı yapabilirdik. Zaman içerisinde gördük ki, böyle bir çalışma sendikal hareket üzerine bilgi edinmek veya akademik araştırma yapmak isteyenlere de kaynaklık edebilir ya da aranan bilgi ve belgeye ulaşmanın önemli ipuçlarını verebilir.”
Yapılan işin gerçekten de olağanüstü olduğunu teslim etmeliyim. İleride kitabın başka bölümleriyle ilgili olarak da yazmayı düşünüyorum, fakat bugün, ele aldığım konu çerçevesinde kitabın sadece “1 Mayıs Dosyası”ndaki (s. 57-107), “on yıllar sonrasından bakıldığında 1 Mayıs 1977” değerlendirmelerine baş vuracağım.
Özeleştiride ortak nokta: Birbirimize düştük, devleti ıskaladık
Dosyada, 1 Mayıs 1977’ye giden günlerde biribirlerine karşı sürekli bilenen ve yüzde yüz haklı olduğu hususunda hiçbir tereddütleri bulunmayan grupların önemli isimlerinin yıllar sonra yaptıkları değerlendirmelere yer veriliyor.
Bu değerlendirmelerin ortak noktası mealen şöyle: Her grubun amacı 1 Mayıs’a hâkim olmak ve öbür gruplara galebe çalmaktı, bu arada devletin neler yapmakta olduğuyla hiçbiri ilgili değildi. Bu yaklaşım, en net ifadesini “Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu”nun da bir üyesi olan Selim Mahmutoğlu’nda buluyor. 1 Mayıs 1977’de Maden-İş adına Saraçhanebaşı güvenlik sorumlusu olan eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) yöneticisi Mahmutoğlu anlatıyor:
“1 Mayıs 1977’nin sol içi hesaplaşmalarının ve hegemonya savaşlarının gölgesinde yapıldığı doğrudur. Bu süreçte yer alan sol grupların sekterliği ve ve derin güçlerin işini kolaylaştıran tutumları mutlaka açığa çıkarılmalı ve bunlarla yüzleşilmelidir.
“O yıllarda DİSK ve Maden-İş Sendikası olarak TKP ve çevresindeki örgütler hariç hemen hemen bütün sol grup ve partilere karşı kullandığımız üslupta ve seçtiğimiz kelimelerde çok dikkatli davrandığımız söyleyemeyiz. (…) Biz esas olarak Aydınlık grubu üzerine yoğunlaştık, ‘devlet’i atladık. Bu çok önemli bir zaaftı ve bunun bedelini çok ağır ödedik.” (S. 104).
Enerji (ve öfke) neden “içeriye” dönük?
Benzer eleştirileri sonraki yıllarda öbür grupların da yaptığını ve her birinin kendi sekterliklerini itiraf ettiklerini biliyoruz. Kitapta bunlara da yer veriliyor.
Fakat bu eleştirilerin bir işe yaraması için, sorgulamanın “neden?” sorusunu da içerecek biçimde yapılması gerekiyor. Neden böyle olmaktadır? Sol, neden kendisini topyekûn kırmaya hazırlanan “devlet”i görmeyip bütün hırçınlığını ve öfkesini kendi içine kusmaktadır?
Bu soruya benim cevabım şöyle: Çünkü sol’un İktidar hedefi ve perspektifi yukarıda anlatmaya çalıştığım “fobi” nedeniyle devlet iktidarını kapsamıyor ve “sol-içi”yle sınırlı kalıyor. O nedenle de iktidar rakibi olarak “devlet”i değil başka sol grupları görüyor.
Bu yazı burada bitiyor ve gördüğünüz gibi buraya kadar “sol’un iktidara gelme fobisi”nin nerelerden kaynaklanıyor olabileceğine dair herhangi bir şey söylemedim.
Doğrusunu isterseniz, bu çok “kazık” bir soru. O nedenle ben şimdilik, tecrübelerimin ve sezgilerimin de yardımına başvurarak ulaştığım ve isabetine kuvvetle inandığım “sol’un iktidara gelme fobisi” tespitiyle yetinmeyi ve bunun nedenleri bahsine hiç girmemeyi tercih ediyorum. Şimdilik.