Hayatım boyunca anlamakta zorluk çektiğim eylemlerden biri,açlık grevidir. Hele cezaevindeki bir tutuklunun günlerce, kimi zaman aylarca açlık grevinde kalmasının mutlaka çok önemli sebepleri olmalıdır. Kuşkusuz hiç kimse durup dururken böyle bir eyleme girişmez, çünkü bu artık “son çare”dir.Özellikle 1990’larda Türkiye cezaevlerin sık sık açlık grevleri yaşanırdı. Biliyorum; açlık grevi, bir insanın kendi bedenine acı çektire çektire diğer insanların vicdanlarını harekete geçirme eylemidir. İşte meselenin öteki boyutunu, yani anlamakta zorluk çektiğim boyutunu bir kaç gün önce anlama fırsatı buldum. Bir insanın hangi koşullarda ve nasıl bir çaresizlikle açlık grevine girdiğini, ancak bu eyleme katılmış birisinden öğrenebilirdim.
Geçen gün İstanbul Fatih’te, Kadınlar Pazarı’nda otururken söz dönüp dolaşıp cezaevlerindeki açlık grevlerine geldi. Ben yine bu grevler aleyhinde konuşmaya başlayınca, birkaç yıldır tanıdığım karşımdaki arkadaş gülümseyerek şöyle dedi: “İnsanlar çaresiz kalmayınca böyle bir eyleme başvurmaz. Bizim zamanımızda gerekli bir eylem türüydü; ancak bugün ben de artık doğru bulmuyorum.”
17 yıllık cezaevi sürecinden sonra, dış dünyaya adapte olma
Bugün artık Türkiye’de legal siyaset yapan arkadaşım “bizim zamanımızda” diye söze giriş yapınca, ben de kendisinin yıllar önce cezaevinde yatmış olduğunu hatırladım ve şöyle sordum: “Abi siz kaç yıl cezaevinde yattınız?” 17 yıl demez mi! “Ne 17 yıl mı? Yani siz koca bir 17 yıl mı cezaevinde yattınız? Peki, suçunuz neydi?” Başını sallayarak, “Hiç” dedi, “örgüt üyeliğinden.” Hangi örgüt diye sordum; “Şimdi artık yok. Tekoşîn örgütü. Tabii belki size komik gelecek ama, ben ne bir eyleme katılmıştım, ne bir eylem emri vermiştim ve ne de elime silah almıştım. Siyasi savunma yapınca savcı müebbet verdi.” O zaman kaç yaşındaydınız diye sorunca, “22 yaşındaydım” dedi. “Hayatımın 17 yılını cezaevinde geçirdim. Biliyorum, şimdi ‘pişman mısın?’ diye soracaksın. Ama inan hiç pişman değilim. Cezaevi benim için bir okul, bir üniversite oldu. Üç fakülte bitirecek, belki de bir iki doktora yapacak zaman kadar içeride kaldım, ama inanın hiç pişman değilim, çünkü ben hayatı cezaevinde öğrendim.”
Kendisini cezaevinden çıktıktan bir müddet sonra tanımıştım; ancak hiçbir zaman oturup o günleri konuşma fırsatım olmamıştı. Geçen hafta Fatih’te bir kahvede oturmayı teklif edince, daveti kabul etmiş ve sohbete başlamıştık. Yanımızda, üniversiteden arkadaşım olup mübalağasız günde bir kitap okuyan, kitap bulamayınca ansiklopedilere dalan Mesut Tekinde vardı. 17 yıl Türkiye cezaevlerinden yatmış birinin, iliğine kadar siyasi ve bunun yanı sıra birikimli olması şaşırtıcı değil.
Aslında tipine, görünüşüne, kendisiyle barışık haline, elindeki laptop çantası, kravatı ve özenle ütülenmiş elbiselerine bakınca, “entel” sakalıyla daha çok bir avukat veya bir şirketin yöneticisini andırıyor. Ama değil. Ben yine sormaya başladım: “Abi siz içeriden çıktıktan sonra dışarıyla nasıl uyum sağladınız?” Gülümseyerek “Sorma,” dedi. “İşin enzor kısmı orasıydı. Çıktıktan sonra İstanbul’a geldim. Tam anlamıyla sudan çıkmış balık misali, aylarca evimin sokağını öğrenemedim. Yanımda biri olmadan dışarı çıkamıyordum. Aylarca refakatçi eşliğinde dolaştım, çünkü yönümü tespit edemiyor, sokakları bir türlü öğrenemiyordum. Sonra çok zor adapte oldum.”
Aralıklarla tam 825 gün açlık grevinde kalmış
Türkiye’nin en zor döneminde 17 yıl cezaevinde kalmış mahkûmu bulunca, şu açlık grevleri işini sormadan edemezdim. “Abi siz cezaevinde iken hiç açlık grevine girdiniz mi?” diye sordum. Sormaz olaydım. Başladı anlatmaya, “Ben sekiz yıllık zaman zarfında toplam 825 gün açlık grevinde kaldım. Tabii bir-iki kez değil, defalarca açlık grevine girdim. Bunlardan en uzunu 41 gün devam etti. Diğerleri daha kısaydı, 20-25 gün veya daha az. Yalnız size şunu söyleyeyim, açlık grevi 30 günü aşıp, hele 40 güne vardıktan sonra artık siz de yaşamak istemiyorsunuz, insan bir an önce ölmek istiyor.” Ben 825 gün lafını duyunca tekrar dikkatlice yüzüne baktım. Güldü ve şöyle devam etti: “Tabii vücutta kalıcı hasarlar bırakıyor. Çoğu arkadaşımız asla bir daha eski sağlığına kavuşmadı; pek çoğu sakat kaldı. Açlık grevini bıraktıktan sonra, doyma hissini yitiren arkadaşlarımız oldu. Düşünsenize; yemek yiyor, ancak hiçbir şekildedoyamıyor. İşte bunlardan biri şimdi 225 kiloyu bulmuş.”
Peki, “açlık grevinde iken şekerli ve tuzlu su alındığı söyleniyor, bunlar vücudu nasıl etkiliyor?” diye sorunca, şöyle devam etti: “Bir süre sonra vücut artık bunları bile kabul etmiyor. İç organlarınız kuruyor ve nefesiniz dehşet bir şekilde kokuyor. Böyle bir durumda normal bir insan yanınızda durmak istemez. Ancak burada, insan beyni ile ilgili enteresan bir şey öğrendim. Emin olun, açlık ve doyma hisleri tamamen beyin ile alakalı. Yemek yemeği bıraktığınızda beyin müthiş bir şekilde kendisini korumaya alıyor. Önce vücudun yağları eriyor, sonra sıra kaslara doğru geliyor. Galiba beyin yağları ve kasları eriterek, kendi ihtiyaç duyduğu enerjiyi oradan sağlıyor. Eller, kollar, bacaklar takatsiz kaldıktan sonra, artık yavaş yavaş beş duyu organı işlevini yitirmeye başlıyor. Zamanla görmüyor, duymuyor, işitmiyor ve koku almıyorsunuz. İnsan beyni de, aynen gazla yanan bir lamba gibi, nasıl gaz lambasının gazı bitince önce ışık azalıyor ve sonra yavaş yavaş lamba sönerse, insan beyni de o şekilde,öylece sönüyor. En son beyin ölüyor. Bu nedenle insan beyindir desem abartılı olmaz.”
Abi dedim, “Bugün olsa yine açlık grevine yatar mıydın?” Şöyle cevap verdi: “Bak, bizim zamanımızda gerekli bir eylem türü idi. Ama ben bugün şartların tamamen değiştiğine inanıyorum.”
Bu satırları yazdığımda, İsrailli birkaç ruh hastasının Filistinli mahkûmların açlık grevi yaptığı cezaevinin karşısında mangal partisi yaptığı haberi veriliyordu. Galiba bu da modern çağın yeni bir işkence metodu olarak kayıtlara geçecek. Ne diyelim! Allah kimseyi insaf ve vicdandan etmesin, kimseyi de açlık grevi yapacak kadar çaresiz bırakmasın.