Küçük Çamlıca korusu karmaşanın ortasında biraz nefeslendiğimiz bir yer… Geçenlerde biraz hava alıp, yürümek istedim. Tepedeki piknik alanına doğru tırmanırken birden yolun bir kısmının büyük plakalarla kapatıldığını, yürüdükçe bu kocaman plakaların devam ettiğini fark ettim. Önce ormandaki ağaçlara bakım yapıldığını düşündüm, ancak bu kadar büyük bir alanın kapalı olması tuhaf göründüğünden, hemen yan kısımdaki kafe çalışanlarına durumu sordum. Çamlıca tepesindeki çok sayıdaki verici antenin görüntü kirliliğine neden olduğu gerekçesiyle, hepsinin büyük bir kule anten şekline getirilerek, İstanbul'un siluetinin bozulmamasına karar verilmiş meğerse. Bakalım sonuç nasıl olacak?
Trakya'dan İstanbul'a geliş yolunda başka bir beton manzara ile karşılaşıyorum, reklamlara göre güya dar gelirli insanlar için tasarlanmış, kule tarzında bloklar… İstanbul'un surları buraya kadar uzanmış diyorum kendi kendime. İnsanın ödünü kopartan bir görüntüyle, binlerce insanın beton çekmecelere sıkıştırılarak, kaybolduğu hissini veriyor… Tüm pencereleri beton manzaralı olan bu binalarda uzun süre kalmak zorunda kalan hasta ve engelliler nasıl hayal kurabilir acaba?
Güzel şehrimde hemen her köşeden harıl harıl beton hamurları yoğuran araç sesleri duyuyorum. Eski yerleşim bölgeleri, yeni yerleşim bölgeleri bütünüyle beton binaların işgali altında, kaldırımlar ise arabaların… Geniş ana yollar yerine binaya göre şekillenmiş bol kıvrımlı daracık yollarla birbirine bağlanmış sokaklar… İşin daha da fenası bu yolları damperler, kamyonlar hatta tırlar da kullanmak zorunda kalıyor. Bütün bu araçlar, buralardan geçebilmek için olağanüstü atraksiyonlar yapmak zorundalar, yoksa sürücüleri “kötü şoför” damgasını yiyebilir.
Bu şartlar altında sokağa, sadece 15-65 yaş arası çok sağlıklı ve refleksleri olağanüstü hızlı bireylerin çıkması makul. Bu özelliklerin dışında iseniz, bir kaç metre genişliğindeki ara bir sokaktan geçebilmeniz için bile, duyu organlarınızın maksimum hassasiyette çalışıp, dikkatli olmanız ve hatta sırtınızda bile gözlerinizin olması gerekiyor. Maazallah bir kazaya kurban gitmeniz an meselesi, ya da uzun ve sinirli bir kornaya maruz kalmanız olağan hallerden…
Kısacası, bir insan ve taşıt keşmekeşi içindeyiz. Hayvanlardan hiç bahsetmiyorum, çünkü onların habitatlarını da hızla işgal ettiğimiz için, yoldan geçmeye çalışırken ya da yiyecek bulmak için çöplerde gezinirken arabalar tarafından ezilen bedenleri de artık alıştığımız görüntülerden…
İşin trajikomik yanı reklamlara, TV dizilerine ya da okul kitaplarına baktığınızda, ev denince neredeyse tümünde bahçeli, avlulu ve müstakil tipte evler resmedilip gösteriliyor. Filmlere konu olan hayatların hiçbiri, bir gökdelende geçen komşuluk ilişkilerine ait değil.
Artık nefes alabilmek ve tabiata dokunabilmek için şehirden birkaç yüz kilometre uzaklaşmamız gerekiyor. Çok şükür medeniyet henüz her yere ulaşamadı. İstanbul'dan çıkıp Şarköy'ün köylerine doğru gitmeye karar veriyorum. Çevre yolundan biraz içeride kaldığı için bu köyler otantik havasını koruma konusunda şanslı olabilir diye ümit ediyorum. Sahil boyu köylerin özellikle Uçmakdere’nin vahşi doğası, yaşadığınızı hissettirecek kadar güzel bir yer. Öyle ki hemen her kilometrede sizi durdurup, oradan manzaraya bakmaya zorluyor, dolayısıyla da hayatınızı yavaşlatmanıza…
Oysa İstanbul metropolüne girerken, dinlenmek için bile olsa hiçbir yerde durmak içinizden gelmiyor, tersine sürekli sizi kendinden uzaklaşmaya ve hayatınızı aşırı hızlandırmaya davet ediyor.
Yaşadığımız bu kentte gıdadan mimariye, eğitimden sağlığa, hayatın her alanında -mış gibi olan bir illüzyonda yaşıyor gibiyiz…