Entelektüellerimizin sahiciliğini iktidar turnusolundan geçirmenin tam zamanı. Biliriz ki entelektüelin en önemli özelliklerinden biri, herhangi bir iktidar gücünü arkasına almayacak ve bunu hesaplamayacak kadar marjinal oluşudur.Fakat biz şimdilerde, çoğu aydın bildiğimiz kişilerin, iktidardan geçer not almak için sıraya geçmiş olduklarına şahit olmaktayız. Elbette madolyanın diğer yüzü de sorunlu bir tablodur: Bir başka despotizmden beslenen, özellikle seküler bir algıyla tünel bakışına mahkûm olan, entelektüel bir duruşun da sorgulanması gerekir.Ancak statüko ile entelektüel oluşum arasında kurulan akrabalık sorunlu bir ilişki şimdilerde. Zira entelektüeli sürgün ve marjinal kılan, güç ve iktidara karşı hakikatin sözcüsü yapan onun hiçbir otoriteye eğilmeyişidir. Onun ayrıksı ve aykırı duruşu da eleştirinin yönünü belirler. İster otorite, ister güç, isterse de mevki olsun, onun eleştirisini engelleyemez; çünkü boyun eğmezlik ve hoyratlık vardır ruhunda. Entelektüelin enerjisini yılmaz ve durmaz kılan, Tanpınar’ın Huzur’da işlediği huzursuzluktur. Dolayısıyla konformizim arayışı ve entelektüellik asla barışık olamaz.Sanki ortalıkta çelişkili bir durum var: İçinden gectiğimiz bu zamanlarda, entelektüellerimiz iktidardan onay almaya heveslenir oldu; oysa, iktidarın aydından tasdik ve kabül alması beklenirdi. Hal böyle olunca, en çok alkışlayanlar neredeyse aydın oluverecek…! Fakat aydınların alkış alması olağan bir talepti. İşte tam da bu nokta, önemli bir ayrımdır.”Acaba bizim sahici entelektüellerimiz var mıydı?” sorusunu sormanın zamanı çoktan gelmişti… Şimdi cevabını bildiğimiz soruya, elbirliğiyle göz kırpmanın vaktindeyiz.Entelektüel bir bakıma hakikatin sözcüsü kılan, onun derunî ve içsel yolculuğu dahası vicdanî ibresidir. Bu da şekilci ve otoriteryan dinadarlığın hilafına ilerler durur. Eğer entelektüel, ruhsal modellerimizse, onlarda bir tür yalnızlık vardır. Tıpkı önder aydınlarda olduğu gibi… Sadece Haç’taki Hz. İsa değil, onun yanında zincire vurulmuş Promethus, çöldeki Hz. Muhammed, Buddha’nın derin düşünceleri, dinî tefekkürün derin tabakalarına ulaştıktan sonra kendilerini Tanrı tarafından terk edilmiş hissederler. Bu noktada biçimden bütünüyle öze geçiş gerçekleşince, kendilerindeki “Yüce”yi bulmuş olurlar.Ancak Ulvi karşılaşmalar ve huzura çıkma tam olarak bir silkelenmeyi de icap ettirir. Sokrates’in yalınayak yürüdüğünü hatırlarsak, her ne kadar geleneksel öğreti ve değerlere karşı hürmetsiz olarak resmedilse de, Yüce olanın huzurunda yalınayak yürümesi, onun farkındalığını ima eder. Aynı şekilde “Hz. Musa’nın da Sina Dağı’nda kutsalın huzuruna çıkmazdan önce ya da kutsal yerlere adım atmadan evvel ayakkabısını çıkarması” hem sıradan zamanın askıya alınacağının hem de varoluşsal bir farkındalık ve dönüşüm yaşayacağının bir sembolüdür. Dahası “Isaiah’ın da, vahyi almadan önce varlığındaki eksikliklere son vermek ve kemâle ermek için yakıcı bir kömüre dokunması” gerekmişti. İşte âdeta kutsalla buluşmak için yakıcı kömürle zaaflarını ve noksanlıklarını kül etmek isteyen aydın, hakikatle randevusuna sadık kalır ve hakikatin de sözcülüğünü yılmadan yerine getirir.Bu tecrübe esnasında sıradışı ruhlar, hem kendi yaşam tecrübesini aşar hem de bu tecrübeye yeni kazanımlar katar. Ruhu tam bir vizyon kazanır. Kazandığı bu vizyonlar da, takipçilerine yol gösterir.İstesek de entelektüeli belirli bir kalıba ve yola sığrdıramayız. Bu taşkınlıkdır ki, onları adeta bir tür maske düşürme işine zorlar. Bu maske düşürme gücünün temel dinamiği ise, entelektüelin içindeki kaostur. Hatta bu durumu, entelektüele aşık olan bir sevgili de kolaylıkla fark etmektedir: E. Said Turgenyev Babalar ve Oğullar romanındaki kahramanın entelektüel duruşunu sevgilisinin nasıl duyumsadığını şu şekilde tasvir eder: “Bazarov, Sergeyevna’ya âşık olduğunda o da Bazarov’a yakınlaşır ama ürker de. Onun engel tanımayan, coşkulu anarşik entelektüel enerjisi Sergeyevna’ya kaosu çağrıştırır. “Onunla olmak, bir yerde, bir uçurumun kenarında yaşanan baş dönmesi hissini verir insana.” İşte entelektüele de marjinalliği ve ayrıksılığı veren kendindeki kaostur. Ancak bu, entelektüele bir özgürlük ve bir keşif sürecini de bahşeder.Bu kaos, J. Joyce’a “Hoş geldin, ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmaya ve ruhumun nalbant dükkânında, soyumun yaratılmamış vicdanını döverek oluşturmaya” dedirtir. Ancak sözünü ettiği döverek yeniden kurma işini gerçekten entelektüel mi başarır bilinmez! Bunu yapabilme cesareti ve gücü gerçekte bize entelektüelin tanımını verir. Yine Joyce’a kulak verecek olursak: “Ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı anlatayım sana” ister evim, ister yurdum ister kilisem olsun inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim. Kendimi olabildiğince özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da bir sanat tarzı bulmaya çalışacağım. Kendimi savunmak için de kullanabileceğim silahları kullanacağım: sessizlik, sürgün ve şeytanlık…Bütün bu paravanları entelektüel, şunun için kullanır: “Her şeyden önce rutin ve çizilmiş yolların dışına çıkma ve de asli yapıtaşlarını “idare etme” gibi bir tek düzeliğe göz yummamadır. Entelektüel için sürgün olmak “otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. Sürgünsoylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, yerinde saymayı değil.”Ancak entelektüel için sürgün, ceza değil mükafaattır. Dahası sürgün, entelektüelin kuytu köşeleridir. Oysa biz şimdilerde kuytu köşelerde değil, meydanlarda boy göstermeye namzet entelektüeller! görmeye yazgılıyız sanki..Hatta entelektüel neredeyse hiçbir yere ait olmak istemez. Belki de onların bu kuytu köşeleri ve olağan dünya, R. D. Laing’in bölünmüş benlik dediği durumu andırır. Zaten entelektüelleri ayrıksı kılan ve tarafsız yapan da bu durumdur. Çünkü bazen gurbet, bazen sıla der entelektüel. Ancak neyi ne zaman ve nasıl algıladığını tam olarak kestirmek mümkün değildir.Fakat sadece iktidar tasdiği bekleyen, yalnızca sılaya tutunan entelektüeller! tam olarak ufuk veremezler; çünkü vizyonları kilitlidir. Hatta çoğu entelektüel, bir de fotoğrafın diğer boyutunu görebilen, çoğu zaman “nerdeyse çoğu kişiyi kendi hikâyeleri gereğince haklı bulabilen” dünya vatandaşıdır. Hal böyle olunca, fazlaca yerlilik savunusu da askıda kalmaktadır.
Sürgün ve ceza kıskacındaki entelektüeller
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik