Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanlıurfa'nın Akçakale ilçesi merkezinde vatandaşlara hitap ederken kullandığı kesin ve sert cümleler, Hükümetin Kuzey Suriye’deki muhtemel bir Kürt devletine karşı daha “gerçekçi” politikalara yöneldiğine dair değerlendirmeleri tekzip eder nitelikteydi. Hürriyet’te yer alan (24 Haziran 2017) Asla müsaade etmeyeceğiz başlıklı haberde, Erdoğan’ın bu çerçevedeki sözleri şöyle aktarıldı:
“Güneyimizde, Suriye'nin kuzeyinde PYD, YPG bunlar bir gayretin içerisindeler. Yanınızda, arkanızda kim olursa olsun, bilesiniz ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, silahlı kuvvetleriyle, bütün imkanlarıyla kuzey Suriye'de bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyecektir."
Önceki sözler
Oysa Erdoğan’ın önceki bazı konuşmaları, Türkiye’nin bu konudaki sert ve köşeli politikalarını yumuşatmaya başladığı izlenimini veriyordu. Bu izlenim esasen, Erdoğan’ın “izin vermeyiz” vurgusunu, “Oradan bize bir saldırı olursa cevapsız bırakmayız”a tahvil etmesinden kaynaklanıyordu. Haziran başındaki son muhtarlar toplantısında her iki vurguyu da birlikte kullanınca mesele biraz bulanmıştı ama, Etyen Mahçupyan’a göre bunu da “yumuşama”nın bir tezahürü saymak gerekirdi:
“Haziran başında muhtarlarla yaptığı toplantıda Erdoğan ‘Bizden sınırlarımız boyunca, gözümüz göre göre bir terör devleti kurulmasına sessiz kalmamızı bekleyenler kusura bakmasınlar. Bizi hiç tanımamışlar demektir… Bundan sonra da topraklarımıza Suriye tarafından en ufak bir saldırı olursa sağa sola bakmadan gereğini yaparız, kimse endişe etmesin’ demişti.
“Birinci cümle geçmişten bu yana gelen kırmızı çizginin bir kez daha vurgulanmasıydı. Yani bir PKK/PYD devletine hiçbir şekilde izin verilmeyeceğinin altını çiziyordu. Ancak sonraki cümle karşı taraftan bir saldırı olduğu takdirde müsamaha gösterilmeyeceğine işaret etmekle yetinmekteydi. (…) Eğer sadece ‘saldırı’ durumunda karşı koyacaksak, saldırıyı yapanın ‘varlığına’ karşı değiliz anlamı çıkmaz mı? Velhasıl soru şu: Acaba Türkiye’nin yeni pozisyonu muhtemel bir PYD devletine razı gelmek, ancak aradaki sınırı kimseye bağlı ve bağımlı olmadan korumak şeklinde değişiyor mu?” (Gerçekçi politikaya yaklaşıyoruz, Karar, 23 Haziran).
Mahçupyan, Cumhurbaşkanı’nın bundan iki hafta kadar sonra, 16 Haziran’da yaptığı bir değerlendirmenin de bu değişimin yeni bir tezahürü olabileceği kanaatini dile getirdi:
“Geçen Cuma ise bir soruya karşılık Erdoğan şöyle dedi: ‘Geçen ayki ziyaretimde Başkan Donald Trump’a yaptığım uyarılara rağmen, ABD Rakka operasyonunu PYD/PKK ile gerçekleştirmekte ısrar etti… Ama şunu da söyledik: Eğer ülkemize en ufak bir taciz olacak olursa biz kimseyle bunu danışmayız, konuşmayız, gereğini de yaparız.’
“Yani haziran başında kullandığı cümleye yer vermedi. ‘Bir terör devleti kurulmasına sessiz kalmamızı bekleyenler kusura bakmasınlar’ türünden kategorik bir uyarı seslendirmedi. Onun yerine Rakka operasyonunda ABD’nin tercihini, doğrudan sınırda olası bir tacize bağladı. Diğer deyişle ABD’ye ‘sen kimle istersen ortak ol ama dikkat et ortakların doğru davransın mesajı verildi’. Bunun Suriye’de oluşacak yeni yapılanma açısından anlamı, ‘doğru davrandığı takdirde’ bir PYD oluşumuna ‘hayır’ denmeyebileceğidir.”
“Dört cep”ten müdahale hâlâ cepte mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son sözleri yalnızca bu türden değerlendirmeleri tekzip etmekle kalmıyor… Bu şayet Türkiye’nin son kararıysa, gazeteci Hande Fırat’ın hükümet kaynaklarına dayandırarak geçtiğimiz ay öne sürdüğü “Suriye’deki Kürt bölgesine dört cepten askeri müdahale” seçeneği de hâlâ devrede demektir.
Hatırlayalım, ABD Devlet Başkanı Trump’ın YPG’ye ağır silahlar verilmesini düzenleyen kararnameyi onayladığı gecenin sabahında (10 Mayıs 2017) Hande Fırat son derece ürkütücü bir bilgiyi paylaşmıştı izleyicilerle. Buna göre, Türkiye, kararnamenin imzalanması ve ABD ile PYD-YPG ittifakının resmiyet kazanması durumunda nasıl hareket edeceğini önceden belirlemişti: Harekât planları hazırdı, Türkiye en az dört noktadan Suriye’deki Kürt bölgesine müdahale edecek, oralarda “cep”ler oluşturacak ve böylece Türkiye-Suriye sınırını boydan boya geçecek bir ‘Kürt koridoru’nun oluşmasını engelleyecekti.
Aynı gün, Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül de Trump’ın imzasından önce kaleme aldığı yazısında, “ABD, PKK/PYD konusunda ikna edilemezse” (ki yazısı yayımlandığında ikna edilemediği ortaya çıkmıştı), Türkiye’nin ne yapacağı / ne yapması gerektiğini tartışıyordu. Ona göre de Türkiye en az dört bölgeden Suriye’ye derhal müdahale etmeliydi.
Karagül’ün yazısındaki “dört noktadan müdahale” keyfiyeti hükümet kararından çok kendi önerisini yansıtıyor gibi görünse de, müdahale edilecek bölge sayısını tutturması, onun da böyle bir bilgiden haberinin olduğuna dair kuvvetli bir karine teşkil ediyordu.
Gerçek bir kararlılık mı “siyaset” mi?
Fakat hep birlikte izledik: Ne Trump’ın ağır silah kararnamesini imzalaması ne de silahların fiilen YPG’nin eline geçmesi Türkiye’nin “Kürt koridoru”na müdahalesi sonucunu doğurdu. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şimdiki sert ve köşeli sözlerinin de pekâlâ “siyaset” olduğunu ve zamanı geldiğinde Etyen Mahçupyan’ın dediği gibi Türkiye’nin “gerçekçi” davranarak ilan edilen müdahaleyi gerçekleştirmeyebileceğini düşünebiliriz.
İktidar, bu tarz davranışları sadece dış politikada değil iç politikada da gösteriyor: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Referandum öncesindeki “idam” öforisini hatırlayın; şimdi onun yerinde yeller esiyor.
“Gerçekçi” davranmamak mümkün mü?
PYD-YPG’nin Rakka’yı kurtarma operasyonuna neden katıldığı, ABD ile hangi temelde anlaştığı sorusu önemli… Sırf ABD’ye iyilik etmiş olmak için bu yükün altına girmeyeceklerine göre, Rakka’nın kurtarılmasından sonra bazı kazançlar hususunda temin edilmiş olmalı. Bu, ne olabilir?
Türkiye, malûm, Rakka operasyonu ve sonrası bağlamında başlıca üç itirazda bulunuyor:
Birincisi: Silahların Türkiye’ye karşı kullanılmaması ve Rakka kurtarıldıktan sonra geri alınması.
İkincisi: Rakka kurtarıldıktan sonra buranın yönetiminin oranın yerli halkı olan Araplara bırakılması.
Üçüncüsü: Kuzeyde özerk ya da bağımsız bir Kürt yapılanmasına izin verilmemesi.
Dikkat edilirse, ABD ilk iki noktada sürekli olarak güvenceler verirken, üçüncü noktayı muğlak bırakıyor ya da yarım ağız konuşuyor. Bu da bizi, ABD ile PYD-YPG arasındaki anlaşmanın özerklik ya da bağımsız Kürt devleti temelinde gerçekleşmiş olma ihtimalini güçlendiriyor.
Rusya’nın da Suriye için hazırladığı Anayasa taslağında kuzeyde bir Kürt oluşumuna yer verdiğini düşünürsek, Türkiye’nin bu koşullarda “her ne pahasına olursa olsun müdahale” çizgisini sürdürmesinin ne kadar büyük zorluklar içerdiği kendiliğinden ortaya çıkar.
Şükrü Hanioğlu, “Dış ilişkilerimize ondokuzuncu yüzyıl sonrasını kapsayan bir ‘büyük resim’ olarak yaklaştığımızda yapılabilecek en önemli tespitlerden biri de liberal ve otoriter cephelerin liderliğini yapan ülkelerin bölgemize yönelik ve tezlerimizle çatışan anlaşmalara varmalarının büyük kayıplar yaşamamıza neden olduğudur” diye yazmıştı.
Yani tıpkı bugün olduğu gibi… “Çare” faslında önerisi ise şöyleydi:
“Dolayısıyla liberal ve otoriter iki global gücün, çok uzun bir aralıktan sonra, bölgemizdeki bir sorunun çözülmesi alanında tezlerimizle fazlasıyla çelişen bir uzlaşmaya ulaşmış olması ciddiye alınmalıdır. ABD ile Rusya'nın, Suriye'nin geleceği üzerine Türkiye'nin kırmızı çizgilerini hiçe sayarak anlaşmaları, Ankara'nın çok yönlü ve ‘ittifak değişimi’ tehdidi ötesine geçen kapsamda siyasetler üreterek kurulan oyunu bozmasını zorunlu kılmaktadır.”
Ne var ki Ankara’dan şimdilik sadece “istemiyoruz, inat ederseniz savaşırız” anlamına gelecek sözlerden başka bir şey duyamıyoruz. Bu da Hanioğlu’nun önerdiği şeye pek benzemiyor.