Ana SayfaYazarlarSuriye’de kaybettiğimiz barış

Suriye’de kaybettiğimiz barış

 

Barış meselesinde nerede yanlış yaptık ve asıl kopuş nasıl yaşandı sorusu üzerine ciddiyetle eğilmemiz gerekmekte. Diğer bir deyimle, biz barışı nerede ve nasıl kaybettik? Âdettir, bir şey kaybolduğu yerde aranır. Eğer birileri tarafından bulunup farklı bir yere götürülmemiş ise, kaybolan,  ister bir nesne, ister en yüce erdem sayılan barış olsun, kaybolduğu yerde duruyor olmalı. O halde biz aradığımız şeyi kaybettiğimiz yerde bulabiliriz. Galiba o yerden uzaklaştıkça, kaybolanı bulma imkânımız ve şansımız azalıyor. Peki, biz barışı nerede kaybettik veya nerede düşürdük?

 

Elimizdeki bütün işaret ve ipuçları Suriye’yi gösteriyor. Evet, barışın canına kasteden,  bizleri bu hendek ve barikatlar akıl tutulmasıyla karşı karşıya bırakan en önemli kırılma noktası Suriye üzerinde yaşandı.  Memlekete barışı getirmek adına bir masa etrafında toplananlar, Suriye konusunda ayrı düştüklerinde, bizler barıştan olduk. Sadece barıştan olmadık; Suriye batağına bir çözüm üretemediğimiz için, burada vuku bulan hastalık bize de ya bulaştı, ya bulaşmak üzere. Maalesef elimizi çabuk tutmazsak,  bu gidişle ülke olarak bu hastalığın pençesine düşme tehlikesi yüksek. Oysa eğer biraz aklıselime uygundüşünebilmiş olsaydık, biz Suriye’ye benzemezdik; Suriye bize benzeyecek ve tüm acılardan kurtulmuş olacaktı.

 

İki vahim hatâ

 

İki nedenden ötürü yapmadık yapamadık. İki vahim hatâ, ipin ucunu elimizden kaçırttı ve farklı aktörlerin başrolü elimizden çalmasına yol açtı. Oysa senaryo çok basitti ve herkes rolünü çok kolay bir şekilde oynayabilirdi;  ama biz rolleri paylaşamadık. 

 

Türkiye’nin en büyük hatâsı,  Suriye’de Türk ve Kürt halklarının çıkarlarını ortak bir zeminde buluşturma kifayetini gösterememesi oldu. Ortadoğu’da Sykes-Picot düzeni çökerken Türkiye’nin yapması gereken, yeni durumun ruhuna uygun bir politika çerçevesinde, en az bin yıldır ortak bir kaderi paylaşan Türk ve Kürt halklarının hak ve hukukunu koruyacak bir düzenlemeyi esas almasıydı. Bunun da yolu, ilk önce Suriye Kürtlerini kucaklamak ve onların en çok kazançlı çıkacağı siyasi formülü hayata geçirmeye çalışmak olmalıydı. İster özerklik, ister federasyon, ister bağımsız devlet olsun; Suriye’deki Kürt toprakları, henüz Osmanlı devleti dağılmadan karar altına alınmış olan Misak-ı Millînin ayrılmaz bir parçasıydı. Türk ve Kürt halklarının üzerinde yaşadığı topraklar esas alınarak vücut bulan Misak-ı Milli düşüncesi, Kürtler ve Türkler bir arada yaşadıkça meşruiyeti tartışılmaz bir konumdaydı.

 

Ancak Türkiye, Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarına bu şekilde bakamadı. Kürtlerden ziyade Sünni Arapların ağırlıkta olduğu Suriye muhalefetini kendisine yakın buldu.  Böylece Türkiye,  Suriye muhalefetine yakınlaştıkça Kürtlerden uzaklaştı ve hattâ bir müddet sonra Kürtleri kendi güvenliği açısından bir tehdit unsuru olarak gördü. IŞİD’in Kobani saldırıları Türkiye ile Suriye Kürtleri arasındaki mesafeyi vahim bir noktaya taşıdı. Bir kere her Kürt, eğer Kobani bir Türkmen kenti olsaydı, Türkiye’nin tepedeki tanklarıyla kentteki soykırım teşebbüsüne seyirci kalamayacağını düşündü.

 

İşte tam bu noktada, PKK de vahim bir hatâ yaparak Türkiye’yi Kürt kamuoyu nezdinde IŞİD destekçisi olarak ilân ettiğinde, barış süreci en büyük darbeyi almış oldu. Çünkü Türkiye’yi IŞİD destekçisi olarak görmek, barış sürecini devam ettirmenin zeminini ortadan kaldırıyordu.  Açık ki Türkiye ve PKK Suriye’de düşman cephede yer alırken Türkiye’de barış masasında oturamazlardı.

 

Maalesef her iki taraf da bu vahim hatâlarla barışı Suriye’de kaybettiler. Oraya barış getirebilecekken, oradaki savaşın buralara sıçramasına, istemeyerek de olsa zemin hazırladılar.

 

Türkiye ve Arap ulusal güvenliği

 

Türkiye’nin Musul yakınlarındaki Başika kampına asker göndermesi üzerine Arap Birliği’nin Türkiye’yi sert bir dille kınaması, Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasını yeniden gözden geçirmesi açısından önemli bir fırsat olarak değerlendirilmeli. Arap Birliği bu eylemi “Irak'ın egemenliğine bir saldırı ve Arap ulusal güvenliğine tehdit” olarak gördü (bu arada “Arap ulusal güvenliği” kavramı  gözümüzden kaçmasın).  Türkiye’nin de daimi gözlemci statüsünde olduğu 22 Arap ülkesinin bir arada Türkiye’yi kınaması ve sadece Kürdistan hükümetinin bu olayda Türkiye’nin yanında durması anlamlıdır. Başbakan Davutoğlu’nun, BM’de bayrağını gururla göndere çektiği Filistin de bağımsız devlet olsaydı, Türkiye’yi kınayan Arap Birliği üyesi ülkelerin sayısı 23 olacaktı.

 

Tüm Arapların, IŞİD yönetimindeki (ve aslında, özü itibarıyla Kürt olan) bir Arap yerleşimi için koparttığı yaygara, Türkiye’nin Suriye’deki Araplar üzerine geliştireceği politikalar açısından da yeterince aydınlatıcı olmalı. Kısacası, Arapların sahipleri var ve 22 ülke “Arap ulusal güvenliği”ne vurgu yapabiliyor.  Peki, ya İslâmın ve Orta Doğu’nun yetim ulusu Kürtlerin dost ve sahibi kim?

 

Barış önce Suriye’de aranmalı

 

Türkler ve Kürtler derhal barışı kaybettikleri yerden, yani Suriye’de aramaya başlamalı ve bulmalı. Nasıl ki AK Parti Irak Kürtleri meselesinde doğru bir hamle ile dış politika dümenini Türk ve Kürt halklarının lehine çevirebildiyse, bugün Suriye’de de daha fazla gecikmeden ve iç barışını daha büyük bir tehlikeye düşürmeden aynısını yapmalı. Türkiye, değil Kürtlerin Fırat’ın batısına geçmesine karşı çıkmak, Akdeniz’e inmelerine yardımcı olmalı. Ancak böyle bir politika, Türkiye’yi Suriye denkleminin çözüm masasındaki baş mimarına dönüştürebilir.

 

Dünyadaki bütün Kürtler çıkarlarını Türkiye ile ortak görürlerken, Türkiye’nin bunu görmemesi akıl ile nasıl izah edilir? Bugün Irak Kürdistanı ile Türkiye arasındaki sınır giderek anlamını kaybediyorken, yarın benzer bir durum Suriye Kürtleri ile Türkiye arasında da olacak. Daha da ileride, benzer bir durumun İran Kürtleri ile Türkiye arasında da olması muhtemel. Neden Türkiye bugünden başlayarak İran Kürtlerini kazanmaya çalışmasın?

 

Son olarak, Türkiye’deki barış meselesinin kırılma noktası basit bir “özerklik” veya “özyönetim” olmamalıydı. Sonuçta bunlar da başkanlık sistemi gibi, hendek ve barikata ihtiyaç duymaksızın, yapılması düşünülen siyasal sistem değişikliği çerçevesinde tartışılmalıydı.

- Advertisment -