Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) ilgili raporuyla birlikte, her devrin gözde tartışma konusu tarikatlar ve cemaatler bir kez daha gündemimizde… Tartışma, bu oluşumların özellikle, a) toplumsal meşruiyetleri, b) laik bir devletteki temsil hakları noktalarında odaklanıyor.
Kolayca anlaşılabileceği gibi birinci tartışma daha çok tarikat ve cemaatlerin toplumsal meşruiyetlerini kabul etmeyen sert laik çevrelerde rağbet görüyor.
Tarikatların ve cemaatlerin laik bir devletteki temsil hakları tartışması ise, onların toplumsal meşruiyetlerine bir itirazı olmayan muhafazakâr, liberal ve demokrat çevreleri ilgilendiriyor. Fakat ilginç bir biçimde gündem olan son tartışmada bu topa sadece muhafazakârın girdiğini, liberallerin ve demokratların konuya “cıs” muamelesi yaptığını görüyoruz.
Bence bunun nedeni, Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığının ortaya çıkmış sonuçlarına bağlı olarak tarikatların ve cemaatlerin devletteki temsillerine dair eski liberal ve demokrat çözümlerin yetersiz kalması ve yeni bir çözümün önerilememiş olması…
Ben bu yazıda özellikle tarikatların ve cemaatlerin devletteki temsili konusunda liberallerin ve demokratların sergilediği paralize olma hali üzerinde duracağım. Fakat ondan önce, son birkaç haftada televizyonlarda yoğun bir biçimde dile getirilen sert laik “çözüm”ün ne olduğunu kısaca hatırlayalım…
Yasaklayınca yok olurlar mı?
Seküler-sol çevreler (daha fazla ilerlemeden istisnaları hariç tuttuğumu, fakat onların genelleme yapmayı engellemeyecek kadar az olduğunu belirteyim), kabaca tarikatların ve cemaatlerin kapitalizm ve modernlik öncesi yapılar olduğunu; bireyi ezerek demokrasinin, ümmeti öne çıkartarak ulus devletin gelişiminin önünde engel oluşturduklarını, dolayısıyla yasaklanıp ezilmeleri gerektiğini savunuyorlar.
Tarikatlar ve cemaatlerle ilgili bu kesin “çözüm” önerisinin en ilgincini 16 Ağustos akşamı Habertürk televizyonunda izledim. “Enine Boyuna” adlı programın tartışmacılarından, eski Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekili Barış Yarkadaş, tarikat ve cemaatlerin neden ezilmeleri gerektiğine dair önerisini başlıca üç argüman üzerinden temellendirdi. Birincisi: Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz” demişti… İkincisi: Gerçek İslam’da (yani Hazreti Muhammed döneminde) bölünme yani tarikat yoktu, her şey onun ölümünden sonra olmuştu, zaten İslam’da tarikat ve cemaatlerin olmadığı “Allah’ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin” diyen Âl-i İmrân suresinden de belliydi, üçüncüsü: Nitekim Atatürk de Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırdığı kuran tefsiriyle bu gerçeği Müslümanlara bir kez daha göstermişti…
Türkiye’de laikliği bir devlet-yönetim modeli olarak değil de bir ideoloji olarak benimseyenler, yüzyıllara sâri bir toplumsal olguyu “çağa uymuyor” diye “kapatma”nın doğuracağı sorunları bildikleri için, bir yandan da aslında onun “hakiki İslam”da yerinin olmadığını öne sürerek rıza yaratmaya çalışıyorlar (başörtüsü meselesinde de öyle olmuştu).
Barış Yarkadaş’ın sözleri, bu yaklaşımın tipik bir örneğini teşkil ediyordu.
Öyle ya da böyle, bu kesimler tarikat ve cemaatlerin tümden yasaklanması dışında bir çözüm önermiyorlar.
Gülen Cemaati örneği tartışmaya ne kattı?
Hiç şüphesiz, Gülen Cemaati örneğinden sonra “yasaklama” çözümü bu kesimlerde daha da kesin bir dille savunulmaya başladı. Son tartışmalarda da bunu izleyebiliyoruz.
Buna karşılık Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığının sonuçlarının ortaya çıkması, tam tersine, konuya dair liberal ve demokrat yaklaşımları zora soktu.
Son yıllardaki gelişmelerin, liberal-demokrat kesimlerin tarikat ve cemaatlerin toplumsal meşruiyetlerine dair yaklaşımlarını değiştirdiğini zannetmiyorum. Onların sorunu, bu oluşumların devletteki temsili noktasında ortaya çıkıyor.
Bilindiği gibi liberal-demokrat pozisyon, bir tarikat ya da cemaat üyesinin sırf bu nedenle devlette görev alamayacağı şeklindeki sert laik yaklaşımı reddediyor, buna karşılık da tarikat ve cemaatlerin, devletteki üyelerinden, faaliyetleri sırasında kendi hiyerarşilerine tâbi olmalarını talep edemeyeceklerini söylüyordu.
Ne var ki, gerek Gülen Cemaati tecrübesi, gerekse de şimdiki “onlardan boşalan yerleri yeni tarikat ve cemaat üyeleri dolduruyor” iddialarının temelsiz olmadığının anlaşılması, üyelerini devlete soktuğu halde onlardan sadece devletin hiyerarşisine uymalarını isteyen (ona razı olan) tarikatlar ve cemaatler formülünün gerçekçiliği hususunda derin kuşkular uyandırıyor. Liberal-demokrat kesimler de işte tam bu noktada paralize olmuş görünüyorlar.
Gülen cemaatinden kopan üç akademisyene göre mümkün değil
Peki bu mümkün mü? Tarikat ve cemaatlerin yapıları ve devlet algıları a) birer sivil toplum örgütü olarak kalmalarına imkân verir mi? b) devlete yerleşmiş üyelerinin kendi hiyerarşilerine değil de devletin hiyerarşisine uymalarına razı olurlar mı?
Uzun yıllar Gülen Cemaati içinde yer aldıktan sonra, 15 Temmuz darbe girişiminden önce ayrılan ve kurdukları internet sitesinde görüşlerini paylaşan üç akademisyene göre (Gökhan Bacık, Ahmet Kuru, Özgür Koca) böyle bir şey mümkün değil.
Gerek Gülen Cemaati’ne dair tecrübeleri gerekse de tarikat ve cemaatlere ilişkin araştırmalarıyla bu sonuca varan üç akademisyenden biri olan Özgür Koca, Kıtalararası adlı internet sitesinde kaleme aldığı “Hepimiz İslamcıyız” başlıklı yazısında, bunu biri “dünyevi” öbürü “dini” iki temel argümana dayandırıyor.
“Siyasallaşma dindarlığın bir parçası”
Özgür Koca’ya göre, “Modern dönemde Müslüman toplumların problemlerinin devlet aygıtının dini bir formasyon kazanması ile çözüleceğini savunan İslami hareketlerin ortak özelliği” olan İslamcılık, sadece parti kurup siyasal iktidarı ele geçirmeye çalışan İslamcı siyasetçilerin değil, ne kadar inkâr etseler de, “bütün İslami tarikat ve cemaatleri de içeren çok geniş tabanlı bir anlayışı ifade etmekte”dir.
Koca, İslamcı siyasetçilerin yanı sıra İslami tarikat ve cemaatlerin de devletten uzak dur(a)mamalarının dünyevi nedenini şöyle açıklıyor:
“(…) Seküler grupların da politize olmasına yol açan modern devletin geniş sosyo-ekonomik imkânlara sahip olduğu gerçeği(…). İslami gruplar modern devletin gücünün ve onu kontrol etmenin getireceği sosyo-ekonomik avantajların farkındadırlar. Modern devletin imkânlarından faydalanmak istemektedirler. Bunun sonucunda siyasi parti kursalar da kurmasalar da İslami gruplar devlette etkili olma konusunda istekli ve hatta hırslı bir durumdadırlar.”
Özgür Koca, tarikat ve cemaatlerin devletten uzak dur(a)mamalarının dini gerekçelerini ele alırken de şöyle yazıyor:
“Neredeyse istisnasız olarak bütün cemaatler politik sahayı dinin ilgi alanı içinde görmektedirler. Hakim söylem İslam Peygamberi’ni aynı zamanda politik bir lider olarak da tanımladığı için devlete karşı bizzat dini motivasyonlarla ilgi duyulmasını teşvik etmektedir. Ayrıca ‘ahir zamanda ortaya çıkacak’ siyasi ve dini mükemmelliği birleştirecek Mehdi beklentisi birçok İslami grubun ileriye dönük siyasi beklentilere girmesine zemin teşkil etmiştir. Devletin dini öğretiler çerçevesinde dizayn edilmesi gerektiğine inandıkları için de İslami gruplar sivil alanda kalmaya razı olmamaktadır.”
Koca’ya göre işte bu nedenlerle tarikatlar ve cemaatler “Sivilleşmeyi taktiksel olarak yapabilirler, ama uzun vadeli olarak devlete kayıtsız kalamazlar. Çünkü siyasallaşmayı dindarlığın bir parçası olarak görmektedirler.”
Modernleşemiyorlar, çünkü devletçiler
Özgür Koca son söz olarak, son birkaç yüzyılda ortaya çıkan İslami ihya hareketlerinin hiçbirinin başarılı olamamasının nedenini de buralarda arıyor:
“Bu manada modern dönemde İslamcılığın tesiri altında olmayan, zeminde onun kodlarıyla düşünmeyen bir İslami grup, görebildiğim kadarıyla, yoktur.
“Belki de modern İslami ihya hareketlerinin birkaç yüz yıldır neden bir kısır döngü içinde dönüp durduğu sorusunun cevabı içkin İslamcılık ve onun olumsuz etkilerinde aranmalıdır. Gizli ya da açık nihai hedefi devlet olan bütün hareketler bir noktada siyasal akla teslim olmakta ve ahlaki olandan kopuş yaşamaktadırlar.”
Bu varsayımlar doğruysa, yani tarikat ve cemaatler tabiatları gereği devletten uzak duramıyorlarsa, duramayacaklarsa ve devleti İslamileştirme hedefinden vazgeçmeyeceklerse liberaller ve demokratlar bilinen yaklaşımlarını sürdürebilirler mi?
Bu soru, cevabını arıyor?