Seküler ve dindar mahalleler arasındaki bağlantı kayışlarının en sembolik isimlerinden biriydi Kürşat Bumin. Bu kayış ne yazık ki ölümünden önce, artık muktedir olan eski mağdurlar tarafından kopartılmıştı.
Yalnız Kürşat Bumin’e değil, ülkenin bütününe yönelik bu haksız eylemi, Yeni Şafak’ın Kronik Medya’sında birlikte yürüttüğümüz mesaiyi de hatırlatarak ele alacağımı söylemiştim.
Kürşat Bumin’i anlatmaya bıraktığım yerden devam ediyorum.
Tek at tek mızrak…
Arkadaşım Kürşat Bumin, ‘kolektif’in parçası olmaktan hiç hazzetmeyen ‘tek at tek mızrak’ bir adamdı.
Onun bu en karakteristik yanını Medyakronik’teki (2000-2002) ortak çalışma odamızda keşfetmeye başladığımda, hatırlıyorum, oradaki yazıların ‘kolektif imza’ ile çıkmasına razı oluşundan kendime büyük bir övünme payı çıkarmıştım. (Zaman zaman karıştırılıyor: Medyakronik, 2000-2002 arasında Bilgi Üniversitesi’nin bünyesinde faaliyet yürüten bir medya eleştirisi sitesiydi. Kurucuları Kürşat Bumin, Ümit Kıvanç ve Alper Görmüş’tü… Kronik Medya ise, Medyakronik’in birazdan anlatacağım kapanışının ardından, 2002-2005 arasında, Yeni Şafak’ın bir tam sayfasında haftada üç gün yayımlanan ‘köşe’nin adıydı. Orada Ümit Kıvanç yoktu, Kürşat Bumin ve ben vardık.)
Medyakronik’teki medya eleştirileri, evet, üç kişi tarafından kaleme alınıyordu fakat yazıların altında o yazıyı kimin yazdığına dair herhangi bir imza yer almıyordu. Yani herhangi bir ‘kolektif’in parçası olmaktan hiç hazzetmeyen Kürşat Bumin, Ümit Kıvanç’ın ve benim yazılarımın sorumluluğunu da üstleniyor, bundan bir rahatsızlık duymuyordu. Bu güvenin anlamını Medyakronik’in kısa ömrü sona ermeden keşfettiğimde gerçekten çok mutlu olmuştum.
Medyakronik’in Kronik Medya’ya dönüştüğü 2002 sonbaharında, Kürşat’ın ‘tek at tek mızrak’ ruh halini artık iyice bilen biri olarak ona bir ‘jest’ yapmaya karar verdim ve Kronik Medya’da yazıların altına K.B. ve A. G. ibarelerinin konması seçeneğini önerdim. ‘Olur, öyle yapalım’ dedi ve öyle de yaptık. Fakat şunu da yine mutlulukla eklemek isterim: Kürşat, Yeni Şafak’taki bağımsız köşesinde ne zaman Kronik Medya’daki bir yazıya referans verse ‘biz’ kalıbını kullanıyor, o yazının hangimiz tarafından kaleme alındığını belirtmiyordu.
Elbette ben de öyle yapıyordum, fakat biliyordum ki, onun ‘kolektif’e gönderme yapmasıyla, ‘kolektif’e dair kişisel tarihi ve algısı hayli farklı olan benim aynı şeyi yapmam arasında önemli bir fark vardı: Onunkisi çok daha kıymetliydi.
Medyadaki hikâyesi ve en önemli ders
Kürşat Bumin’in medyadaki hikâyesinden çıkartılacak en önemli ders şu olmalı: Türkiye gibi kutuplaşa kutuplaşa toplum olmaktan çıkmış bir cemaatler konfederasyonunda dahi önceliği eleştiride kendi dünyasına, hak savunusunda ise başka dünyalara veren birileri mutlaka çıkar. Fakat bu kişiler cezasız kalmaz, dönemin muktedirleri tarafından mutlaka susturulmak istenir. Bu öylesine sert bir kuraldır ki, muktedire dönmüş eski mağdurlar dahi bir zamanlar kendi mahallesinin küfürleri altında onları savunanmaya çalışanları dahi sustururlar.
Kürşat Bumin’in ‘susturuluş’ hikâyesi doğal olarak onun muhafazakâr medya (Yeni Şafak) macerasının bir parçası olarak anlatıldı, çünkü son 16 yılı orada geçmişti.
Oysa eski muktedirlerin son yıllarında (2000-2002) seküler mahallenin içinden seslenen Medyakronik’in kurucularından biriydi ve o zaman da o dönemin muktedirleri tarafından zorbalıkla susturulmuştu.
Geçen yazının sonunda, şimdi okumakta olduğunuz yazının Kürşat Bumin’in muhafazakâr medyadaki susturuluşuna dair olacağını söylemiştim. Fakat şimdi düşünüyorum da, seküler mahalledeki susturuluşunu anlatmadan oraya geçmek, yukarıda dile getirdiğim ‘temel ders’le uyumlu olmayacak. O nedenle, işin o yanını üçüncü yazıya bırakmaya ve bugün Kürşat Bumin’in Medyakronik macerasının nasıl bastırıldığını anlatmaya karar verdim.
Özkök’ten, ‘sıkı eleştirmeni’ne hak teslimi…
Hürriyet’in Medyakronik dönemindeki genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, Kürşat Bumin’in ölümünün ardından “sıkı bir eleştirmenini kaybettiği için çok üzgün olduğunu” yazdı.
Hakkını yememek için ilave edeyim, Ölümünden yıllar önce de yazmıştı bunu:
“Dayak yiye yiye, dayak atanları öğrendim… Bazıları vardır; o, sopa attığını sanır, oysa kulağınızdaki sedası, bir larvanın vızıltısı bile etmez. Larvadır deyip geçersiniz. (…)
“Bir de eleştiriler vardır. Gerçek, sahici… Hak etmediğinizi düşünseniz bile, hak eden insanlardan gelenler… İşte onlar acıtır… Kızarsınız, ifrit olursunuz, uykunuz kaçar… Hafızanızın bir yanına kazınır. Mesela Yeni Şafak gazetesinde yazan Kürşat Bumin… Genel yayın yönetmenliğiniz süresince kim bilir kaç neşeli gününüzün keyfini kaçırmış, kendi çapınızda bir başarının içine etmiştir. İfrit olursunuz, ama elinizin tersiyle asla itemezsiniz. Bilirsiniz ki, içeride bir vicdan vardır. Bilgi vardır. O lafları söylemeyi hak etmiş bir mazi vardır. Takmaz gibi yapsanız da, kendiniz bilirsiniz ki… Bal gibi takıyorsunuzdur…” (Dayak yemeyi en iyi ben bilirim, Hürriyet, 3 Kasım 2011).
Medyakronik’in kapanışı ve Ertuğrul Özkök
Fakat işte, bu hak teslimine rağmen Medyakronik’in kapanmasında başrolü oynayan kişi de kendisiydi.
Ümit Kıvanç, Medyakronik’ten ayrıldıktan sonra kurduğu Haysiyet adlı sitede bu süreci şöyle anlatmıştı (Medyakronik hakkında da bilgi sahibi olmanız için tamamını alıntılıyorum):
“Medyakronik, Bilgi Üniversitesi'nin, özellikle Oğuz Özerden'in desteğiyle kurulmuş ve yaşamıştı. Dışarıdan, üniversiteyle bağı olduğundan çok daha fazla sanılıyordu. Oysa bütün faaliyet dönemi boyunca Medyakronik kavramın en sahici anlamıyla bağımsız kalabildi. Bu yüzden, Medyakronik'i hazırlayanlar da onu severek beğenerek izleyenler ve faydalı bulanlar da ilgililere teşekkür borçludur.
Tabiî işin son faslını dışarıda bırakarak söylüyorum bunları.
Son fasla gelince. Ertuğrul Özkök yönetimindeki Hürriyet gazetesi, böyle durumlarda öne çıkan elemanı Fatih Altaylı aracılığıyla, Bilgi Üniversitesi'ne yönelik bir saldırıya girişti. Bu, okulda büyük bir paniğe yol açtı. E, haksız sayılmazlardı, çünkü Hürriyet gibi bir gazetenin belirli bir maksatla bir kurumun üstüne gitmesi halinde neler olabileceği kimse için meçhul değil.
Bu saldırının sebebinin sadece Medyakronik oluşuna inanmak zor. Yine de, kurban edilen, tehditkârı yatıştırmak için gözden çıkarılan, Medyakronik oldu. Önce, dişi tırnağı sökülerek zararsız hale getirilmeye çalışıldı, sonra bu da yetmedi, iş parmak, el, kol… derken Medyakronik 'in varlığını anlamsız kılacak bir aşamaya varıldı. Bunun üzerine, Medyakronik 'i hazırlayanlar da, "bu şartlarda devam edilemez" kararı aldılar.
Yani, Medyakronik , bir büyük medya kuruluşunun şantajı sonucunda kapandı. Direnilebilir miydi? Bilmiyorum. Nelerin göze alınması gerekirdi? Kestiremiyorum. Bireyler pahasına direnilecek olsa, bu ne uğruna yapılacaktı? Direnmesi gerekenler için neyin ne kadar önemi vardı? Bunlar artık gereksizleşmiş sorular.
Ben şahsen en çok, şantajcılar başta olmak üzere, faaliyet dönemi boyunca Medyakronik 'e yapabilecekleri her türlü katkıyı esirgeyen, ama iş zora gelince "kapansın, başka çare yok" diye ortaya çıkanlara kızıyorum.
Neyse, geçmiş olsun. Türkiye'de bağımsız medya eleştirisinin nereye kadar mümkün olduğunu da öğreniyoruz işte.
Sevinilecek tek yan belki de şudur: İki yıldan kısa bir süre içinde, varlığı birileri için rahatsızlık unsuru ve tehdit haline gelebilmiş bir site yaratılabildi bu memlekette. Kurban edilmesi bir şeyleri değiştirebilecek kadar önemsendi. Bu ciddî bir teselli kaynağıdır.”
İşte böyle… Ertuğrul Özkök, Medyakronik’in kapandığı günlerde kendisini, “bedava eleştirmen bulmuşum niye kapattırayım” diye savunuyordu. Doğru, Medyakronik’in son günlerinde arkadaşı, İletişim Fakültesi Dekanı Aydın Uğur’u ziyaret ettiğinde ona tabii ki doğrudan “kapatın şunu” diye baskı yapmadı, yapamazdı. Fakat Türkiye’nin iktidar kurup iktidar devirmesiyle ünlü en büyük medya kuruluşunun en etkili adamlarından birinin Bilgi Üniversitesi’ni ziyaret edip “Medyakronik bize neden bu kadar yükleniyor” diye sızlanmasının nasıl sonuçlar doğuracağını da herhalde biliyordu.
Bu dizinin üçüncü ve son bölümünde Kürşat Bumin’in seküler medyadaki macerasına çok benzeyen muhafazakâr medya macerasını ele alacağım.