Pazar akşamı Ankara’da bomba yüklü araçla gerçekleştirilen kör terör eylemi kuşku yok ki doğrudan Türkiye’yi ve halkını hedef almış bulunuyor. 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısının ABD, 11 Mart 2004 saldırılarının İspanya, 13 Kasım 2015 Paris saldırılarının da Fransa’yı hedef aldığı gibi. Ankara’da yaşamlarını yitirenlerin sayısının, New York, (2296) Madrid (192) ve Paris’e (132) oranla düşük olması teselli edici tek nokta, ama masum insanların rastgele hedef alınması insanlığa karşı suç oluşturuyor elbette.
Hedef Türkiye ve halkı ise -ki maruz kaldığımız gerek kör, gerek selektif terör eylemlerinde öyle olduğu görülüyor- hepimizin tüm farklılıklarımızı bir tarafa bırakarak yaşam hakkımıza yönelik bu tehdide karşı, ama’sız, ancak ’sız, birlikte tepki göstermemiz gerekiyor. Şiddeti reddetmek bir arada yaşamanın temel koşulunu oluşturuyor çünkü.
Bu konunun altını çizmemin nedeni, toplumumuzun küçük de olsa bir kesiminin, özellikle PKK’nın Çözüm Süreci’ni çöpe atarak, “devrimci halk savaşı” bahanesiyle başlattığı silahlı işgal eylemlerinden, Türkiye’ye değil de sadece AK Parti hükümetine zarar veriyormuş gibi içten içe mutluluk duyması. “AKP IŞİD’i destekliyor” yalanıyla başlayan, sonra “petrolünü pazarlıyor” ve “PKK ile savaşı Erdoğan Başkan olmak için başlattı” safsatasıyla devam eden kara propagandaya destek vermiş olması. Siyasi rekabeti, ülkenin çıkarlarını bir yana bırakıp, terör örgütünün eylemleri üzerinden sürdürmek kabul edilebilir bir tutum mu?
Pazar günkü bombalı saldırıdan sonra, ABD Büyükelçiliği’nin önceki gün vatandaşları için olasılıkla güvenlik makamlarımızdan aldığı bilgi çerçevesinde yapmış olduğu terör uyarısına işaret ederek, saldırının önlenememesini “büyük güvenlik zaafı” olarak niteleyenler ve “ülke yönetilemiyor” diyerek istifa beklentilerini dillendirenler oldu sosyal medyada. Aslında öyle birkaç bakanın istifası değil, “AKP’nin çekip gitmesi” gönüllerinden geçen. Tıpkı ABD’nin iki eski Ankara Büyükelçisi Abromowitz ve Edelman’ın, Washington Post’taki makalelerinde dile getirdikleri “Erdoğan istifa etmeli” görüşünde olduğu gibi. Büyükelçiler Amerikan halkının çoğunluğunu temsil ediyor olsalardı bile yüzde 52 oyla halkımız tarafından 2019’a kadar seçilmiş bir Cumhurbaşkanı için böyle bir öneriyi dikte etme hakkına sahip değiller.
Kabul etmek gerekir ki terör eylemleriyle hükümetler değişecek olursa, silaha milli iradeyi devreden çıkarma gibi demokrasiyle taban tabana zıt bir işlev tanınmış olur. Terör örgütleri ve bu örgütleri kullananlar böylelikle diledikleri ülkelerde hoşlarına gitmeyen iktidarları alaşağı edebilirler. Eğer bugün Erdoğan ve AK Parti karşıtları arasında böyle olmasını gönüllerinden geçirenler varsa, yarın desteklerine sahip olan politikacıların da aynı akıbete uğrayabileceğini hesaba katmaları gerekir elbette.
Aslında hoşa gitmeyen hükümetlere karşı silahlı grupların yabancı ülkelerce desteklenmesi yeni bir şey değil. ABD’nin Nikaragua’da devrim yapan (1979) Sandinist iktidara karşı silahlı mücadele veren kontraları (contras) siyasi ve askeri olarak desteklemesi bu konuda eşsiz bir örnek oluşturuyor. Eşsiz zira Uluslararası Adalet Divanı, Washington tarafından tanınmamış olsa da, 27 Haziran 1986 tarihli kararında ABD’yi Nikaragua’nın içişlerine müdahale ettiği gerekçesiyle mahkûm etmişti.
Türkiye’yi o zamanki Nikaragua ile karşılaştırmak mümkün değil. Türkiye’de devrim yapmış değil, yüzde 52 oyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı ile yüzde 49,5 oyla sandıktan çıkmış bir hükümete karşı halk desteğine sahip olmayan terör örgütlerinin mücadelesi var. Suriye ve Irak’taki kaos ortamından beslenen ve bu bölgelerde egemenlik mücadelesi veren ülkelerce palazlandırılan terör örgütleri bunlar. Biri de, Rusya’nın Cenevre’de masaya oturtulması için baskı yaptığı PKK’nın Suriye kolu PYD. Ama Pazar günkü saldırının bu konuyla ilgili bir uyarı olup olmadığını bu aşamada bilmek mümkün görünmüyor elbette.
PKK/HDP çizgisindeki Özgür Gündem’in Pazartesi nüshasına bakılırsa, günün sürmanşetinin Newroz’la ilgili “Baharı erteleyemezsin” başlığını taşıdığı görülüyor. Ankara saldırısı ise sol tarafta küçük bir kutucuğa sığdırılmış. Saldırıyla ilgili bir başka haber de, “Ankara saldırısı hükümetin savaş politikalarının sonucu; çözüm barış politikalarında” başlığını taşıyor. Alt başlıkta bazı “aydın ve insan hakları savunucularının” değerlendirmesi aktarılıyor: “Ankara saldırısının sorumlusu AKP hükümetinin 'güvenlik' politikalarıdır. (…) 2015 yılında çözüm masasının hükümet tarafından devrilmesinin ardından, içeride, dışarıda şiddet arttı”.
Barış süreçlerini savunan ve Çözüm Süreci’ni destekleyenlerden biri olarak bu palavraya itibar etmem mümkün değil elbette. Bu aydın ve insan hakları savunucularının öncelikle PKK’nın ilan ettiği ve halk desteği olmadığı halde sürdürdüğü ‘Devrimci Halk Savaşı’nın bir insanlık suçu olduğunu kabul etmeleri gerekir.
Bu konuda uluslararası medyadan destekleri var kabul ama Le Monde yazıyor diye saçma sapan şeylere inanacak değiliz kuşkusuz. Gazetenin İstanbul temsilcisi Marie Jégo, konuyla ilgili haber analizine yine ‘Kirli Savaş’ın geri dönüşü” alt başlıklı bir bölüm koymuş. Güya tarafsız bir gözle, halkın, “silahlı Kürt asilerle Türk güçleri arasındaki 90’lı yılların Kirli Savaşı’nın geri dönüşünü çaresiz izlediği” cümlesini sıkıştırmış. Aradaki tek fark eskiden kırsaldaki savaşın şimdi artık kentlerde cereyan etmesiymiş. (!) Bayan Jégo, 90’lı yılların terörle mücadelesini eleştirmek için İspanya anayasası ve terörle mücadelesi üzerine kitabı olan birine bu palavrayı yutturamaz ama Fransız kamuoyunu bu konuda etkileyebileceğine kuşku yok.
Terörle mücadelede uluslararası dayanışma önemli ama öncelikli olan, yazımın başında altını çizdiğim gibi, ulusal dayanışmayı sağlayabilmek. Hedef, tüm farklılarımızla, hangi siyasi görüşten olursak olalım, rastgele bizler olduğumuza göre, önce bu insanlık suçuna karşı bir araya gelmek durumundayız.
Suriye’de oynanan bu çok aktörlü orta oyunu konusunda düşüncelerimiz çok farklı olabilir belki ama orada mevcut olan, olmayan tüm terör örgütleri ülkemizde eylem yapmış olduğuna göre, kendimize, yaşam hakkımıza öncelik vermemiz gerekiyor. Bunun için de kimilerimizin şu veya bu siyasetçiye haklı, haksız duyduğu nefreti aşmasında yarar var. Terörle mücadelede başarının yolu birliktelikten, şiddete kayıtsız, koşulsuz hayır demekten geçiyor çünkü.