Abdullah Kıran
Türkiye’nin Federe Kürdistan hükümetinin bilgisi dahilinde, Musul yakınlarındaki Başika bölgesine asker intikal ettirmesi, Irak hükümeti nezdinde beklenmedik bir tepkiye neden oldu. Irak Başbakanı Haydar el-Abadi’nin basın ofisinden yapılan açıklamada şöyle dendi: “Türkiye, bize askerlerin Musul'a girmesinden haberimizin ve onayımızın olduğuna dair herhangi bir belge sunamaz. Bu olayı ‘Irak'ın egemenliğine saldırı’ olarak addediyoruz. Irak, DAEŞ çetelerine karşı zafer elde ediyor ve Irak topraklarında terörle mücadele eden Iraklı güçler dışında hiçbir yabancı güç bulunmuyor… Irak, bu güçlerin 48 saat içerisinde çekilmemesi halinde Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyine (BMGK) müracaat dahil mevcut tüm seçeneklere başvurma hakkına sahiptir.” (Milliyet, 07.12.2015)
Irak’ta yabancı asker yok mu?
Bu açıklamanın üzerinde biraz durmakta fayda var. (1) Irak, Türkiye’nin Başika'ya asker göndermesini kendi egemenliğinin ihlâli olarak görüyor. Egemenlik hususu, bütün devletlerin “kıskançlık” hislerini hemen harekete geçirir. Normal durumlarda, bütün normal devletlerin başvurabileceği bir durumdur. Ancak bu tepki, belki Bağdat’ın bir daha hiçbir zaman denetim altına alamayacağı Musul hakkında sergilenmiyor. (2) Irak’ın IŞİD çetelerine karşı zafer elde ettiğini dile getiriyor; bu durum da ciddi anlamda tartışılır. (3) Irak topraklarında, Iraklı güçler dışında hiçbir yabancı gücün bulunmadığı ifade ediliyor. Peki, bu doğru mu? Eğer Irak — burada Kürdistan’ı ayrı tuttuğumu belirtmek durumundayım — İran güçleri ve özellikle Kasım Süleymani denetimindeki Kudüs Gücü’nü Irak’ın milli ordusunun bir bileşeni olarak görüyorsa, o zaman dahi bu beyan ancak kısmen doğrudur. Çünkü İran dışında, ABD’nin de Irak’ta askerlerinin olduğunu biliyoruz. Tabii Abadi İran’ı yabancı güç olarak göremez, çünkü Bağdat, İran’ın Pers İmparatorluğu dönemindeki adıyla bir satraplığına (valiliğine) çoktan dönüşmüş durumda.
Belli ki BM, ABD ve diğer güçler söz konusu olunca, Türkiye Başika’ya asker göndermeyeceğini belirtmek durumunda kaldı. Başbakan Davutoğlu, “Irak hükümetinin hassasiyetleri giderilinceye kadar” Başika’ya kuvvet intikali gerçekleştirilmeyeceğini ifade edip, “Türkiye’nin Irak’a DAEŞ ile mücadelesinde her türlü desteği kararlılıkla vermeye devam edeceğini” de ekledi. Ayrıca Davutoğlu, oldukça diplomatik bir dil ile, Irak ve Türkiye’nin işbirliğinden rahatsızlık duyanların oyununa da gelinmemesi gerektiğini de vurguladı.
Bağdat bir daha Musul’u yönetebilecek mi?
Peki, bütün bunlar neden yaşandı ve Irak, belki de hiçbir zaman fiilen yönetemeyeceği Musul için neden böyle bir velvele kopardı? Benim bildiğim Musul, Kürdistan veya Türkiye’nin yönetimine girer, fakat yine de Bağdat’a bağlı kalmak istemez. Acaba Irak, Türkiye’nin Musul meselesinde eski defterleri mi açacağını düşündü? Yoksa Kürdistan hükümeti ve Türkiye’nin (birlikte) Musul’u alacağından mı korktu?
Neredeyse 15 yıl önce Birikim dergisine yazdığım bir makalede şöyle demiştim: “Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, bölgenin siyasal iklimi ve bölge politikasında söz sahibi farklı aktörlerin mevzilenmesine bağlı olarak değişiklikler gösterir. Statik olmaktan ziyade konjonktürel olan bu politikayı üç ana döneme ayırmak olasıdır. Birincisi, 1920-1926 dönemi. Bu dönemin en belirgin özelliği Türkiye’nin Kuzey Irak’ı Misak-i Milli sınırları dâhilinde görmesidir. İkincisi, 1926-1986 dönemidir. Bu dönemde Türkiye Kuzey Irak’ı Irak’a entegre etme çabasındadır. Üçüncü dönem, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayarak günümüze kadar ulaşır.” (Birikim, Sayı:148, 2001)
Şimdi küçük bir parantez açıp sadece birinci döneme ait birkaç bilgi verdikten sonra toparlamaya çalışalım: İngiltere Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesini esas alarak zengin petrol yataklarına sahip olan Musul ve çevresini 15 Kasım 1918’de işgal etmişti. Ancak Sevr Antlaşması’nın 64. maddesine göre ise Musul, kurulması öngörülen Kürdistan devleti sınırları içinde yer alıyordu.
Mustafa Kemal, Millet Meclisi’nin açılışının ardından, 1 Mayıs 1920’de yaptığı açıklamada devletin güney sınırları konusunda şöyle diyordu: “Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasiyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksut olan ve Meclisi asliyi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır… [H]udud-u millimiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millimiz budur dedik.”
Lozan görüşmelerinde Lord Curzon “Musul bölgesinin çoğunluğunun Kürt olduğu” ve bu nedenle Türkiye’ye verilmemesi gerektiğini dile getirince, Rauf Bey kendisine Meclis’te şöyle karşılık verecektir: “Lord Curzon, Musul bölgesinin çoğunluğunun Kürt olduğunu söylüyor. Zaten biz de onun için Musul’u istiyoruz. Burası Arap yurdudur dese idi, tartışma olabilirdi. Fakat çoğunluğu hangisinde olursa olsun Türk ve Kürt vatanı olduğunu söylediğine göre bize verilmesi gerekir.”
Arabın hamisi var; ya Kürdün?
Şimdi bunları neden tekrar anlattım? Kemalistler “kuruluş” döneminde, Misak-ı Millî düşüncesini Türk ve Kürt halklarının üzeninde yaşadıkları topraklara dayandırmakla, çok haklı ve yerinde bir siyaset izlediler. Ancak Lozan’dan sonraki süreçte Kürtler inkâr edilip, Türkiye sınırları dahilinde yaşayanlar müstakbel Türk olarak idrak edilince, Türkiye sınırlarına dahil edilmemiş Kürt topraklarının Araplaştırılması ve Farslaştırılması “eski” Türkiye’nin de işine geldi. Kürtler de, tarihî bir Kürt yerleşimi olan Musul’u, yoğun Arap nüfusu ve yerleşimi nedeniyle Araplara terk etmek durumunda kaldı. Mervanî Kürt devletinin kurucusu Bad bin Dostik’in daha 10. yüzyılda Musul’da Araplar tarafından öldürüldüğünü unutmayalım (bkz. İbn el-Ezrak, Tarihi Meyyafarıkîn ve Amid). Kısacası 20. yüzyılda hem Musul hem de Kerkük dâvâsı, Kürtlerin gücünü aşıyordu. O nedenle bütün güçleriyle Kerkük’e yüklendiler.
Herhalde bu saatten sonra Barzani ve Erdoğan Musul’u Araplardan alacak değiller. Ancak Ortadoğu’da harita yeniden çizilecek. Kanımca Irak Başbakanı Abadi’nin bu tepkisi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını bir kez daha gözden geçirmesi için önemli bir fırsat sunmakta. Belli ki Suriye ve Irak Sünnileri bir devlet çatısı altında birleşecek. Benzer şekilde, Suriye’deki Nusayri Araplar da ayrı bir devlet olacak. Irak ve Suriye Kürtlerinin de birleşik bir devlet kurması uzak bir ihtimal değil.
Suriye ve Irak arasında kurulacak devletin hamisi ve sahipleri, Irak ve diğer Arap devletleri olacak. Suriye’deki Nusayri devletinin hamisi ve sahibinin İran olacağı çoktan beri aşikâr. Peki, komşu ülkeler arasında Kürt devletine kim hamilik ve sahiplik yapabilir? Türkiye kolları sıvayıp Kürdistan’a ebelik edemez mi? Türkiye açısından, şimdi büyük düşünmenin tam zamanı.