Aylin Hanım arkadaşının gönderdiği iletinin ekine tıklıyor. Youtube’un “son vesayet” başlıklı kısa videosu açılıyor. Ekranda, üzerlerinde siyasi partilerin işaretleri yazılı atletlerin yarışa hazırlandıkları görülüyor. Göğsünde “AKP” yazılı olan gür sakallı atlet diğerlerinin birkaç adım önüne geçiyor ve öndeyken elindeki tabancayı ateşleyerek yarışı başlatıyor. En önde koşarken solundan gelen HDP’yi, ardından arka taraftan sıkıştıran diğer atletleri tabancasıyla vurarak yere seriyor ve finişe hızla yaklaşıyor. Yarış İngilizce sunuluyor, ekranın üzerinde yine İngilizce “yeni rekor” diye yazıyor. Gür sakallı yarışmacı bu başarısından ötürü YSK tarafından kutlanırken, üzerinde “adalet” yazan bir tabela da yere yuvarlanıyor.
Bu video görüntülerine bakılırsa, AK Parti önümüzdeki genel seçimlerde diğer partilerle eşit koşullarda yarışmayacak; -son günlerde HDP ve diğer partilerin bürolarına yapılan saldırıların AK Parti tarafından düzenlendiğini ima edercesine- siyasi rakiplerini silah dâhil her türlü hileyle engelleyecek ve anketlerde öngörülen sandık zaferini böyle kazanacak.
Aylin Hanım arkadaşları ile AKP’nin neden bir türlü alt edilemediği konusunu tartışmış belli ki; “çok doğru” diye mırıldanıyor ve videoyu aceleyle yazdığı bir mailin ekine takıyor, sonra da bir iki tıkla tüm arkadaş gruplarıyla paylaşıyor. Kendisi yabancı bir liseden ve İngilizce eğitim veren saygın bir üniversiteden mezun olmuş orta yaşlı modern bir kadın. Hali vakti yerinde, sık, sık yurt dışına tatile gidebiliyor ama üniversite yıllarından bu yana Sol’a yakın duruyor ve sürekli kendisi gibi Sol’da olduğunu düşündüğü CHP’ye oy veriyor. Ama bu defa arkadaşlarına, Türkiye’yi “dinci” bir faşist diktatörlüğe götüreceğine inandığı AKP’nin durdurulması için, gerekiyorsa, üniversitedeyken düşman bellediği MHP’ye, hatta bir dönem kapatılmasını hararetle savunduğu “Kürtlerin partisine” emanet oy verebileceğini söylüyor.
Aylin Hanım, toplumumuzun benim de içinden geldiğim yabancı dil bilen, yurt dışını tanıyan, Batı tarzı yaşantıyı içselleştirmiş modern kesimini temsil ediyor. Aramızda onlardan çok var. Binnaz Toprak başta olmak üzere kimilerinin “endişeli modernler” olarak tanımladığı toplum kesiminden söz ediyorum. 60’lı, 70’li yıllarda bizleri yabancı okullarda okutan ailelerimizle birlikte değerlendirecek olursak, bu kesimin hayatta olan 3-4 kuşaktan oluştuğunu söylemek mümkün.
“Kayıp” olarak nitelediğim bu kuşaklar için modern olmak büyük ölçüde giyim kuşamı, modası, müziği ve tüketim biçimiyle Batılı yaşam tarzını benimsemek anlamını taşıyor ki bunun için dinsel dogmaların aşılmış, laikliğin de içselleştirilmiş olması gerekiyor doğal olarak. Atatürk’ün demokrasinin dünyada yaygın olmadığı 20’li, 30’lı yıllarda gerçekleştirdiği reformlar ve karşılığında örnek aldığı Batı ülkelerinden gördüğü övgüler de dikkate alınacak olursa, modern olmayı böyle algılamanın en azından 1950’lere kadar pek yadırganacak tarafı yoktu aslında.
Sözünü ettiğim dönemde orta sınıftan gelenler için de toplumun “crème de la crème” denilen üst kesimine dâhil olmanın yolu böyle bir eğitim almaktan geçiyordu. Durum 50’lerden bu yana değişmeye başladı ama bu kesim toplumun cahil ve yoksul çoğunluğu ile Molière ’in ünlü piyesinde soylulara özendiği için dalgasını geçtiği “bourgeois gentilhomme” türü zengin ama eğitimsiz, görgüsüz, güzel ve aksansız konuşmayı bilmeyen muhafazakâr varsıl kesimine hâlâ tepeden bakıyor. Piyesin kahramanı olarak alay konusu olan Bay Jourdain’in aslında Kral XIV. Louis’nin düzenlediği şaşalı kabul törenine gereken ilgiyi göstermediği için gururunu kıran dönemin Osmanlı Büyükelçisi Süleyman Ağa’yı temsil ettiği dikkate alınacak olursa, bu tepeden bakışın Batı’nın Türkiye’ye yaklaşımını yansıttığını söylemek de mümkün.
Kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin demokrasinin dünyada 50’lerden bu yana geçirdiği evrimi hâlâ yakalayamamış olması esas itibariyle toplumun kendisini kremanın kreması gören bu kesiminin evrensel demokrasi ilkelerini benimseyememesinden kaynaklanıyor. Pozitivist bir yaklaşımla mutlak doğruya sadece kendisinin sahip olduğunu düşünen ve böyle düşündüğü için demokrat olamayan bu kesim, AK Parti karşıtlığı üzerinden iktidara gelebilmek için akla ve mantığa aykırı olanlar dâhil her şeyi yapmaya, desteklemeye hazır görünüyor. Bu nedenle de temsil ettiğini öne sürdüğü Batılı değerlere sürekli ters düşüyor ve “kayıp” nitelemesini bu nedenle hak ediyor.
Kırılma noktası Helsinki
Çağdaş uygarlığı temsil eden Batılı değerlere sahip olmak artık giyim kuşamı, modası, müziği ve tüketim biçimiyle Batılı yaşam tarzını benimsemekle eş anlamlı değil. Bir kere, demokrasi mutlak doğrunun var olduğu varsayımına dayanmıyor. Eğer öyle olsaydı toplumları mutlak doğruya sahip olan bilim insanları yönetir, sandığa da hiç gerek kalmazdı.
Bu kesim “alaturka” değil gerçekten modern olsaydı, öncelikle Batılı değerlerin üzerine inşa edildiği evrensel demokrasi standartlarını yüzde yüz içselleştirir ve 2002’de küçümsediği muhafazakâr kesimin iktidara taşıdığı AK Parti’nin Kopenhag ölçütlerine uyum bağlamında gerçekleştirdiği siyasi reformları alkışlardı.
Ne var ki 1999 Helsinki Zirvesi ile başlayan Kopenhag ölçütlerine uyum sürecinde asıl sorun çıkaran bu kesimdi. Onlara göre, Osmanlı’dan bugüne kadar gelen 150 yıllık Batılılaşma öykümüz, Cumhuriyet’in kurulması, Atatürk reformları, kadınların seçme ve seçilme hakkını Fransa’dan önce kazanmış olması, Türkiye’nin Avrupa vokasyonunun açık bir göstergesiydi. 1950’lerden beri tüm Avrupa kuruluşlarının olduğu gibi AB’nin de doğal üyesi olmalı; başka bir deyişle -demokrasi açığı da olsa- üyeliği için “Türkiye’yi bölecek” bu tür koşullar öne sürülmemeliydi.
Bu açıdan bakıldığında, toplumun üst kreması olan modern kesiminin bu alaturkalığını tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaran Helsinki sürecinin bir kırılma noktası oluşturduğu kanısındayım. Çünkü katılım ortaklığı belgesinde demokratik ölçütler birer birer sıralandığında, itirazların büyük bölümü muhafazakâr değil de modern kesimden gelmiş ve bu kesimde kaçınılmaz bir ayrışmaya yol açmıştı.
Benim gibi düşünenler için Batılı bir eğitim almış olmak, öncelikle Batı değerlerinin üzerine inşa edilmiş olduğu demokratik standartları benimsemek anlamına geliyordu. Bir ülkenin AB üyesi olması için bu standartların karşılanmasını savunmak da, ister istemez, Batı tarzı yaşam biçimini benimseyen ama ana dilde eğitim, askerin siyasete müdahalesinin yasaklanması, mevcut anayasanın demokratik olmayan kırmızıçizgilerinin kaldırılması gibi demokrasinin olmazsa olmaz koşullarına karşı çıkanlarla araya mesafe konulmasını gerektiriyordu.
Son on yılda meydana gelen siyasi gelişmelere bakıldığında, modern kesim içinde meydana gelen bu ayrışmanın keskinleştiği görülüyor. AK Parti iktidarına karşı düzenlenen Cumhuriyet mitinglerinde AB karşıtı sloganlar atılması, 27 Nisan e-muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, AK Parti’ye kapatma davası açılması ve nihayet Çözüm Süreci’ne karşı çıkılması alaturka modernlerle aramızdaki mesafenin kolay, kolay kapanmayacağını gösteriyor.
Aylin Hanım’ın arkadaşlarıyla paylaştığı son video, Türkiye’nin yeni bir anayasa ile toptan çözmesi gereken demokrasi sorunlarını, nefretle yaratılmış “AKP canavarını” sandıkta öldürmek suretiyle en azından belirsiz bir döneme kadar ötelemeyi öneren bir tür güldürü içeriyor. O güldürü trajik bir gerçeğe işaret ediyor aslında. O da canavarı öldürdükten sonra geriye, alaturka modernlerin nefret duygularını tatmin etmek dışında, Türkiye’nin devasa sorunlarının çözümüne ilişkin somut hiçbir şeyin kalmıyor olması.