Ülkelerin gelişmişlik durumu ile üniversitelerin düzeyi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Çünkü ülkeyi dönüştürecek ve geliştirecek olan bilginin ortamı ve muhiti üniversitelerdir.
Türkiye’nin değiştiğini ve geliştiğini savunuyorsak, bunun ilk belirtilerinin üniversitelerde gözlemlenmesi beklenir. Üniversite deyince, özgün bilgi üreten, ekonomide motor güç konumuna geçen ve çoğu kuruma öncülük ederek onlarla paydaş projeler ortaya koyan dahası nitelikli öğrenci mezun eden kurumlar akla gelmektedir.
Ancak ülkemizdeki üniversite sorunu sanki dramatik ve karmaşık bir durum aldı. Her ilde bir üniversite açma projesi, daha fazla bölüm ve çok öğrenci dolayısıyla mümkün olduğunca fazla diploma verme yarışına dönüştü.
Daha evvel üniversitelerin içinde bulunduğu çıkmaz için önemli bir savunma mekanizması geliştirmiştik: İdeolojilerin birer aygıtı olan bu kurumlardan bilgi üretmesi beklenemezdi… Şimdi sözde özgürse ve vesayet gölgesinden kurtulduysa, acaba nasıl bir mazeret üretmemiz kabul görür? Elbette temelleri iyi atılmış olsaydı, küçük dalgalardan etkilenmez, artçı depremler sayesinde belki güç kazanırdı.
Hantal ve sorun yumağını andıran bu kurumların çok-boyutlu açmazları vardır. Ancak sanki işin başında akademisyenlerin niteliğinin sorgulanması gerekmektedir. Esasında sözkonusu kalite sorunu, dünyanın problemidir. Fakat bizdeki durum, çok daha bayağılaşmıştır.
1930’lu yıllarda Heidegger akademisyenliğin bir teknisyenliğe dönüştüğünü söylemişti. “Akedemisyenlik, elinde çantası, konferastan konferansa koşan, ancak durup düşünmeye zamanı olmayan bir meslektir” demişti. Onun tezi, aynı zamanda Batı düşüncesinin duraksadığının bir başka açıdan itirafıydı.
Fakat bizdeki sorun, ihtişamlı bir dönem yaşanmadan bu sıradanlığın baş göstermesi; daha tehlikeli boyutu ise, sözkonusu problemli hâlin kanıksanmasıdır. Bir vizyon oluşturamayan, malumat aktaran bir akedemisyen üniversiteyi ne kadar ileriye götürebilir? Dahası kendini yenilemeyen, gelişime açık olmayan bireyler, yarını inşa edebilir mi?
Şüphesiz, mevcut bilgiyi aktaracak hocalarada ihtiyaç vardır. Lâkin araştırmacı ruh, mumla aranıyorsa, sanki kapımızı bir tür müsvedde kurumlar çalmak üzeredir…
Anlatmaya çalıştığımız sorunlu durumu belki üniversitelerdeki makam, mevki ve gösteriş tutkusu da açığa vurmaktadır. Çünkü olgunluğun, derinliğin ve gerçek anlamda bilgiye tutkunun göstergesi tevazudur. Doğal olarak da ayrıksı ruhlarda şekil, estetik kaygıyla önemini yitirmese de, derinliğin önüne geçmez. Lâkin bizim üniversitelerimizdeki yönetici kadroların odalarını gözlemlersek, hal-i pür melalimizi sanki ifşa etmektedir.
Gösterişli maslar, heybetli koltuklar, çekince uyandıracak kürsüler, sadece bize has bir tür geri kalmışlık gösterisi izlenimi uyandırmaktadır. Gelişmiş ülkelere baktığımızda, sıradan görünmek büyüklük işaretidir. Daha doğrusu makam ve ünvan basit etikeetlerdir; önemli olan etki gücü ve verimlilik derecesidir.
Oysa bizdeki etiket ve gösteriş tutkusu, kendimizi büyütmek için paravanlar kullanmaktan başka birşey değildir. Bu durum bize John Steinbeck’in Cennet’in Doğusu romanındaki karekterlerden birinin cümlesini anımsatır: “Şık giyinmek zorundayım, çünkü alâlade biriyim. Sıradan olan kişi, eksikliklerini güzel giyinerek ve modaya uyarak kapatmaya çalışır”.
Dahası var… Her ilde bir üniversite açılması, gizlenmiş ve bastırılmış yönecilik arzusunu yeniden canlandırdı. Oysa iyi akademisyenlerin yöneticiliğe teşne olmaması beklenir. Yöneticilik, bir bakıma akademide uzmanlaşamayanların ancak yönetme stretejisini bilenlerin özeneceği kadrolardır. Herkes buna tâlipse, biryerlerde bir bit yeniği olmalı… Acaba bu talepler, nitelik ve donanımlı akademisyen kıtlığını da dışa vuruyor olabilirmi?
Bitmedi sorunlar… Akademisyenlik bir tür yaşam biçimi ve birazda hobi meselesidir. Herkesten uzman olması, sürekli araştırmaya koşması hatta analitik yeteneğinin güçlü olması beklenemz. İyi ki böyle değil… Aksi halde evdeki tamirat işlerinden tutalım da, mekanik olarak mecbur olduğumuz düzeneklerin hepsi tatile çıkardı, biz de belki ıskartaya…Her taş kendi yerinde ağır şüphesiz…Herkese ihtiyaç var kuşkusuz…
Yeni açılan üniversitelerdeki akademisyen ihtiyacı ve nitelikli işe sahip olmayan eğitimlilerdeki artış, “işim yok, bâri akademisyen olayım”, handikapını hatırlatmakta bizlere. Oysa, işi olmayanların değil, doğal olarak araştırma tutkusu olanların, biraz da yaratılıştan özel yetileri bulunanların mesleği olmalı akademisyenlik… Kısacası analitik üretkenlik, ilgi, tutku ve birikim üzerinden yükselecek ve zevkle icra edilecek bir sanattır. Elleri, kafası ve kalbiyle birlikte işbaşında olan kişi sanatçıdır ve sadece bunlar özgün işler yapabilir. Hakiki akademisyen de kitaplardan çok gönlüyle öğretmelidir.
Sokrates’in ifadesiyle kafa ve gönül ayrılığı da üniversitlerimizdeki bir başka sorundur. Batı dünyası, yüzyıl önce hem bilgiyi hem de insanı atomize etti. Fakat şimdilerde, disiplinler-arası çalışmalarla bütünlük arayışında. Biz ise mümkün olduğunca parçalama hevesindeyiz. Bu paramparçalılık durumu, üniversite gibi evrensel ve dünyalı olmalı iddiasının hayli gerisinde kalmaktadır.