Ana SayfaYazarlarÜniversitelerin toplumsal cinsiyet dersini öncelemesi neyi çözer?

Üniversitelerin toplumsal cinsiyet dersini öncelemesi neyi çözer?

 

Toplumsal cinsiyet tartışmaları son zamanlarda popüler oldu. Hatta üniversitelerin ilgili pek çok birimi, bu dersi neredeyse zorunlu kılma yolunda. Onlara bakılırsa, kadın bilincinin artırılması veya kadın sorununun çözülmesi için bu dersi her öğrenci almalı (!) ve okumalıdır. Hatta lisans/lisansüstü tezini olmazsa olmaz konu olarak öneren hocaların da sayısı az değil.

 

Toplumsal cinsiyet dersinin lisans eğitiminde alınmasına yoğunlaşan bütün akademisyenler, bu dersten belli ki bir sihir bekliyordu. Oysa konu çok akademik bir mecranın parçasıydı. Akademik uzmanlaşmanın hızla arttığı günümüzde, kültür çalışmaları adı altında, “öteki” ve “azınlık” konusu bir problematik olmuştur. Tıpkı eşcinseller veya göçmenler ya da etnik gruplar gibi “kadın” konusu da bir azınlık meselesi olduğundan, kültür çalışmaları şemsiyesinin altında incelenmektedir.  Modernizm öyküsünün bilinmeyip pratik sonuçlarının ithal edilmesi gibi, feminizm hikâyesinin de arka planına nüfuz edilmeksizin, kadın hakkı ile feminizm özdeşleştirilmektedir.

 

Gerek kültür çalışmalarından beslenen ve bu araştırmaların konusu olan bir öteki olarak algılan kadının durumunu problematik yapan kadın araştırmaları, gerek çalışma ve eğitim yaşamında kadının sayısının artmasıyla özgürlük talebi ve sömürülme taleplerine bir reaksiyon olarak ortaya çıkan feminist araştırmalar da toplumsal cinsiyet dersleriyle yol arkadaşlığı yapacaklardır. Bütün bu tartışmalar sürerken konu eğilip bükülüp dine dayanmaktadır. Belki de sekülerizm sorgulamasına daha fazla katkı yapabilecektir, toplumsal cinsiyet okumaları.

 

Ataerkil zihniyetten beslenen dini algının feodal yapıyla bağlantısı da kadının ikincilliğini beslemiştir. Zira doğaya karşı mücadeleyi de içine alan feodal yapıda doğal olarak erkek, önce avlayıcı konumdayken, alet edevat yapıp toprağı bilek gücüyle işleyen bir pozisyondaydı. Bu yapı içinde deyim yerindeyse kaba güç erkeksi bir özellik arz etmekteydi. Bu zihniyetin arkada bırakılması ve kadına dair nitelendirmelerin birden değişmesi mümkün değildir. Dolayısıyla kadın algısını sorgulayan çalışmaların eleştiri odaklarından biri doğrudan veya dolaylı olarak din olmuştur. 

 

Durum sadece ataerkil zihniyet eleştiriş için geçerli değildir.  Modernitenin yaslandığı otoriteryan zihniyet için de benzer tablolar geçerlidir. Mesela Descartes için kadının doğayla, doğurganlıkla; erkeğin ise akılla özdeşleştirilmesi bir tür eril hâkimiyet anlamına geliyordu. Ancak modernist okumaların eşitlik ve aynılık vurgusu, kadın çalışmalarına kadın ve erkeğin eşitliği olarak yansımıştır. Ne var ki bu eşitlik söylemi eşitsizliği derinleştirmiştir. Çünkü asıl ve tam varlık olarak erkek konumlandıktan sonra, kadın buna yaklaştırılarak eşit kılınma çabasına girilmiştir. Dolayısıyla bu, sözde bir eşitlik; ancak gerçekte sadece eşitsizliği belirgin kılmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Descartes ve diğer Kartezyen düşünürlerin rasyonel din anlayışı da, daha sonra eleştiri odağı olarak karşımıza çıkacaktır.

 

Artık tüm yaşamın ve yaratıcılığın kaynağı, toprağın üretkenliği değil, yeni icatlar, teknikler yaratan zihin; soyut düşünce yeteneği ve yasalarıyla birlikte devlet oldu. Böylelikle döl yatağı değil, zihin yaratıcı güç haline geldi. Ve aynı anda da topluma kadınlar değil, erkekler egemen oldu”. Kentleşmeyle birlikte, kadının varoluşsal önemi doğrudan geri planda bırakıldı.

 

Kültür çalışmaları çatısı altında “öteki” ve “farklı” kimliklerin daha öncelikli ve problematik olarak tartışılmaya başlamasıyla birlikte, kadın da bu bağlamda önemli bir kategoriyi teşkil etmiştir. Dünyadaki trendi ülkemiz de izlemiştir. Kadın hakları savunucusundan, feminizme, kadın ve aile politikasından kadına yönelik pozitif ayrımcılığa! Varıncaya kadar pek çok uygulama, sözünü ettiğimiz dalganın tezahürleridir.

 

Bu çalışma, dini, kültürel ve geleneksel algıda “kadın sorunu” nu tartışmaya açmayı hedeflemektedir. Konuyu feminist teoloji olarak da sınırlandırmak mümkün. Ancak ülkemizde henüz bu ibarenin içi dolu değil. Feminist teoloji alanında Batı dünyasında özellikle Hristiyan ve Yahudi geleneğinde pek çok inceleme mevcut.

 

Öte yandan Türk toplumsal yapısında kadın algısının değişim ve kırılma süreçlerini de kuşkusuz toplumsal cinsiyet için çok katmanlı sorunlar vaat etmektedir. Zira eski Türkçede “oğul” kelimesi hem kız hem de erkek çocuklar için ortak kullanılmıştır. Arının oğul vermesi gibi çoğalmayı çağrıştıran bu kelime sonraları sadece erkek çocuklar için kullanılır olmuştur. Türk toplumu, göçebe yaşamından yerleşik kültüre geçmeye başlarken atı, taşımacılıktan öteye, -teşekkül etmeye başlayan- devletin askeri ve mülki birimlerinde konumlamaya başlamıştır. Böylece askerliğin sadece erkeklere has olmasının yanında, mülki idare de erkek erkinde işlemiştir. İşte bu hiyerarşileşme sırasında kadın, doğal olarak bu yapıların dışına itilmiştir. Teokratik özellikteki Osmanlı devletini düşünmeye başladığımızda, sözünü ettiğimiz dışlaştırmayı geleneksel dini yorum da beslemiştir. Belki de sözünü ettiğimiz algıyı, “ata, silaha ve avrat’a” sahip olma düşüncesiyle özetleyebiliriz. Kapitalist dünyada bunların geçirdiği evrimler de kuşkusuz bize çok şey söylemektedir.

 

Öte yandan beden varlığı olarak kadın veya kadın bedeninin manipüle edilmesi de önemli sorunlardan bir başkası. Namus kavramının çağrışımı ve beden varlığına indirgenen kadın sorunu üzerinden; vicdan kavramı yörüngesinde kadının kendi olup olamamasını asıl tartışılması gereken meseledir. Çünkü kendi vicdanıyla sınır deneyimi yaşayan ve ruhunun küçülmesini göze almayan kadın ile törenin sözcüsü olan kadın arasındaki farklılıklar da kadınların izini sürmek mümkün.

 

Zira tarih ve kültür, norm olan bedenleri inşa ettiği gibi, birtakım bedenleri de dışa atabilmektedir. Dışa attıkları, anlaşılırlığın sınırında konumlanır. Anlaşılırlığın sınırlarındaki bedenler anlaşılamadıklarında sokaklara, kuytulara kavuşur, kavuştukları yerlerde çağrılır, haksızca yargılanır ve şiddete uğrarlar. Kavuştukları kuytularda çağrılmaya mahkûm edilen kadının da böylece tarih ve kültür içinde iyi anlamda temsili ve gösterilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla kültürel ve toplumsal yargının, kadını belirlemesi de bir başka özgürlük veya tutsaklık tartışması olarak çıkar karşımıza.

 

Yine kadına yönelik şiddetin geçirdiği evrim, avrattan bayan algısına geçiş ve değişmeyen dirençlere varıncaya kadar feminist teoloji kavramının içine dahil olabilecek tartışmaları analiz etmek kuşkusuz ufuk verir; ancak şiddetin önüne geçmez. Zira zihinsel merak ile şiddete meyil farklı konulardır ve bilgilenmeyle kolaylıkla çözülemez.

 

Bizdeki önemli açmazlardan birisi de, “eşitlik temasına” yoğunlaşılmasıdır. Modernizm bağlamında özelde ise kadın-erkek eşitliği konusunu tartışmalı bir alandır. Oysa bu iki alnı farklılık düşüncesi üzerinden çözümlemek mümkündür. Toplumsal cinsiyet üzerinden bir tür modernite eleştirisi de denebilir bu duruşa.

 

Diyeceğimiz odur ki, toplumsal cinsiyet okumaları, modernizm, otoriteryanizm veya sekülerizm konularına farklı bir perspektiften bakmayı sağlar. Elbette geniş ufuklar verir ancak amaç zihinsel tatmindir. Pratik hayatın kadına yönelik sorunları için, toplumsal cinsiyetten medet ummak çok naif görünmektedir…

 

- Advertisment -