Önce kendi adıma kabul ediyorum, çoğumuz, hattâ tamama yakınımız seçim sonuçları konusunda yanıldık. Diyarbakır’da, Suruç’ta, Ankara’da onar-yüzer katledilirken, kapalı kapılar ardında yapılan hesapları, belki de gözümüzün önünde gerçekleşen politik pazarlıkları doğru okuyamadık. 7 Haziran seçimlerinden sonra bir haftaya yakın sessiz kalınmasını anlayamadık. “Seçim kaybedilse bile, iktidarın yine de bırakılmayacağının” hesabını önceden yapmadığımız çıktı ortaya.
MHP’den Tuğrul Türkeş’in transferini; SP – BBP ittifakının, Kürdistan’da HÜDA-PAR’ın iktidar partisinin etrafında buluşmasını eksik anlamlandırdık, ya da anlamlandıramadık. Anlamlandırsak sonucu etkileyebilir miydik? Pek sanmıyorum, ama bu kadar şaşkınlığa düşmezdik.
Şu anda 70’li yıllardaki MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerinin kitle yapısına benzeyen, ama onlardan farklı olarak üç parti değil de tek parti çatısında birleşmiş bir “Türkçü-İslamcı” yapı ile karşı karşıyayız. Genç kuşaklar için bu benzetmeyi nasıl yaptığımı birkaç cümle ile açıklayayım. O yıllarda Tayyip Erdoğan’ın hocası Erbakan’ın başında bulunduğu Milli Selamet Partisi (MSP), Bahçeli’nin hocası Türkeş’in başında bulunduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve geriye öğrenci bırakamamış Demirel’in başında bulunduğu Adalet Partisi (AP) bir koalisyon kurmuşlar ve Ecevit’in — kısa — başbakanlığı dışında, yıllarca bu koalisyonu devam ettirmişlerdi. İslamcı, ırkçı ve “liberal muhafazakar” üç partinin ortak özelliği, sol ve özgürlük düşmanı oluşlarıydı. Maraş ve Çorum Alevi katliamları bu dönemde yapılmış; binlerce genç, akademisyen, sendikacı bu dönemde öldürülmüştü. Ama bu cinayetler nedeniyle aralarında hiç sorun çıkmamış, hattâ birbirlerine daha sıkı sarılmışlardı.
Mevcut hükümetin şu andan itibaren artık eski MC’ler gibi davranacağını söylemek istemiyorum; bunu zaten sürdüremez. Anlatmak istediğim, bu sağ partiler ve kitleleri konu iktidar olunca kolayca bir araya geliyorlar. Dün üç parti olarak duruyorlardı; bugün — bana göre — benzer bir ittifak tek parti altında birleşti. Üstelik tüm bunlar dört bakanın yolsuzluk skandallarına, 17-25 Aralık olgularına rağmen gerçekleşti. Bunun incelenmesi benim kapasitemi biraz aşar. Sosyologların, psikologların, tarih araştırmacılarının alanına girer.
Ama yıllardır politikanın içinde olan biri olarak, “inandırıcı ve özgürlükçü muhalefet odaklarının oluşmadığı” ülkelerde buna benzer süreçlerin yaşandığını biliyorum. Hele bizdeki gibi Sözcü gazetesi okuyup kendini solcu ve özgürlükçü zanneden yüzbinlerin var olduğu bir toplumda, bunu anlamak daha da kolay.
Tüm bu kanlı sürece ve etrafımızı kuşatan ateş çemberine rağmen, HDP ile barajı aşıp, özgürlük ve demokrasi mücadelemizi sürdürebileceğimiz bir partimizin var olması bana umut olmaya devam ediyor.
Yanıldık, şaşırdık, kabul ediyorum… Ama yenilmedik.