Dünyada Türkler ve Kürtler kadar iç içe yaşayıp kader birliği olan, ancak bu birlikteliklerini yasal anlamda hukukî bir temel üzerine inşa edememiş başka halklar var mı? Sanırım yok. Kürt meselesi söz konusu olunca ilk işittiğimiz şey, “Türkler ve Kürtler” kardeştir vecizesi. Doğru, buna itiraz etmek mümkün değil. Dr. Abdurahman Kasımlo da, bir zamanlar Irak Kürtlerinin haksız saldırısına uğradığında şunu söylemişti: “Bize saldıranlar bizim kardeşlerimiz. Ancak insanın kardeşini seçme hakkı yok.” Kardeşlik, gerek İslam hukuku ve gerekse medeni hukuk açısından, babadan kalma mirasta hak sahibi olma anlamında bir eşitlik sağlar; ancak bu eşitlik günlük sosyal ve siyasal ilişkide de aynı haklara sahip olmayı içermez. Eğer böyle bir durum söz konusu olsaydı, o zaman kardeş kardeşe gayet güzel geçinilirdi. Ancak öyle değil; hattâ Kutsal Kitaplara göre, dünya tarihindeki ilk cinayetin Âdem’in çocukları Habil ile Kabil arasında yaşandığını biliyoruz.
Kürt ve Türklerin altın çağı
Ben, kaderleri ortak bu iki halkın, kazanç ve kayıplarının da ortak olacağını düşünmekteyim. Biliyorum, bu konudaki karnemiz pek iyi değil. Özellikle Cumhuriyet sonrası, tam anlamıyla bir facia dönemidir. Osmanlı’da da, son Kürt beyliği Bedirhanilerin ortadan kaldırılmasından sonra kötü günler yaşadık. Ancak öncesinde Kürtlerin otonom bir şekilde kendi kendilerini yönettiği dönemlerde, yani Yavuz Sultan Selim ile başlayıp II. Mahmut’a kadar devam eden süreçte, Kürtler ve Türkler bin yıllık birlikteliklerinin altın çağını yaşadılar. İyi ama Kürtler ve Türkler o zaman da kardeş değil miydi? Evet, kardeştiler ve kardeşlikleri bugünden çok daha ileri bir seviyedeydi. Çünkü bu kardeşlik, önce Yavuz Sultan Selim ve daha sonra da Kanuni Sultan Süleyman tarafından, karşılıklı antlaşmaya dayalı hukuki bir bağ ile pekiştirilmişti. Bu hukuki bağ, kardeşin hakkının kardeşe geçmesini veya kardeşin kardeşi ezmesini engelliyordu. Kürt beylikleri savaş zamanlarında imparatorluğa asker verir ve merkezi hükümetin giderlerinin karşılanması amacıyla makul bir vergi öderlerdi. Ancak bölgedeki eğitim, sağlık ve imar işleri Kürt beyliklerinin denetimindeydi. Bir Kürdistan beyi öldüğünde, Osmanlı devletinin onun yerine başka bir bey tayin etme hakkı yoktu. Çünkü birlikteliğin dayanağı durumundaki hukukî bağ buna imkân tanımazdı.
Medreseler Kürt’ün medeniyet bağıydı
Kürdistan’daki bu özerklik ve özgürlük ortamı, Kürt medreselerinin de altın çağına ebelik etti. Fekiyê Teyran, Melayê Cizîrî ve Ahmedê Xanî gibi Kürt edebiyatında doruk noktaya ulaşmış yazar ve düşünürler, en verimli eserlerini bu dönemde verdi. Ancak daha sonra Kürtler ve Türkler arasındaki hukuk antlaşma rafa kaldırıldığında, Kürt toplumunda inanılmaz bir gerilemenin yaşandığına tanıklık etmekteyiz. Siyasi gerilimden, bölgesel ayaklanmalardan, ferman ve sürgünlerden elimizde kalan yegâne edebi birikim, Kürt dengbêj’lerin (halk ozanlarının) stran’larında (şarkı veya türkülerinde) ölümsüzleşen sözlü ağıtlardır. Homeros tarzı bu lirik-epik anlatımların geride bıraktıkları elbette önemlidir; ancak yazılı olmayınca, korumak ve gelecek nesillere bırakmak çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Örneğin Homeros’un İlyada destanı 647 el yazması ile desteklenirken, medreseleri kapatılıp medeniyetle bağı koparılan Kürt’ün dayanabileceği tek şey dengbêj’in hafızasıdır.
Kürt- Türk birlikteliği hukuki güvenceye dayanmalı
Kritik bir dönemden geçiyoruz. Bu evreyi daha faza acılara boğmadan, kin ve nefrete esir olmadan ve aramızda ayrılık duvarlarının yükselmesine izin vermeden, bir çözüm üretmek durumundayız. Çözüm, Türk ve Kürtlerin, yeni bir toplum sözleşmesiyle, birlikteliklerini hukuki bir güvenceye bağlamalarıdır. Bu hukuki bağ, gerçek eşitlik temeline dayalı yeni bir anayasayla oluşturulabilir. Bu anayasanın en önemli özelliği, ırk, dil ve din konularında nötr olması olmalıdır.
Bunu yapabilir miyiz? Aslında yapabilmek konusunda iyi bir yol aldık. Ama karşılıklı hatalar sebebiyle birdenbire şirazeyi kaçırıp yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Özellikle Suriye meselesinde, devletimiz birden paniğe kapıldı. Sanki Kürtler oracıkta hemen devlet kuracak, sonra Irak Kürdistan’ı ile birleşecek ve ardından Türkiye’den toprak talebinde bulunacaktı. Oysa Kürtlerin yaptığı, dağılan ve bir daha asla çivisi tutmayacak Suriye’de, kanları ve canları pahasına bir yaşam alanı inşa etmekti. Birkaç yıldır egemenlikleri altında bulunan topraklardan, fiili eylem bir yana, Türkiye aleyhine bir tek söz söylemediler. Türkiye ve Suriye arasındaki 911 km’lik sınırın 550 km’si ellerinde ve buralar Suriye cehennemi içinde en güvenli hat olarak kabul edilmekte. Amasya’da imzalanan İkinci Protokol’de, Osmanlı devletinin “tasavvur ve kabul edilen hududu[nun], Türk ve Kürtlerle meskûn araziyi ihtiva eylediği” söyleniyordu. Türkiye, ayrısı gayrısı olmayan Türk ve Kürtlerin devleti olarak, Kürdün meskûn olduğu arazinin IŞİD canileri tarafından işgaline müsaade etmemeliydi.
Ortadoğu’da Kürtler ve İranlılar ile Kürtler ve Araplar arasındaki sınır hattı her zaman belli olmuştur. İran Kürdistanı 1639 Kasr-i Şirin antlaşmasında ne halde ise, bugün aynı durumdadır. Ziya Gökalp, Kürtler ve Araplar arasındaki sınırı dağ ve çöl ayrımına dayandırıyor; Kürtlerin sınırını dağlık alanlardan başlatıyordu. Ancak Türk ve Kürt arasına sınır çizmek gerçekten de mümkün değildir. En az on milyon Kürt’ün Türkiye’nin batısında yaşadığı bir ortamda, Türkü ve Kürt’ü nasıl ayırabiliriz? Kürtler bir değil 77 devlet de kursa, yine Türklerle iç içe ve yan yana yaşayacaklardır.
Peki, yarın Suriye üç parçaya bölünür ve oradaki Kürtler, üzerinde yaşadıkları topraklarla, özerk veya federal bir bağla Türkiye ile birleşirse, bundan kim kârlı çıkar? Ya da IŞİD bütün Kürt topraklarını alıp, Baas rejiminin de dediği gibi, “bunlar muhacir, zaten Türkiye’den geldi” diyerek 3 – 3.5 milyon Kürt’ü Türkiye’ye sürse ne olur?
Türkiye, Kürtlerle yeni bir toplumsal sözleşmeyi hayata geçirmeye hazır olduğunda, hem içeride hem de sınırlarının dışında, Kürt meselesinde gerçek anlamda bir insiyatif alabilecektir.