Bir savaşı, hele iç çatışmaları bitirmek çok zordur. Çünkü altında yatan gerekçe ne olursa olsun, bir çatışma başladıktan bir süre sonra bir sektöre dönüşür. Birçok kişi, grup, parti ve kesim çatışmanın yarattığı sisli ortamı kendi gayelerini gerçekleştirmenin bir payandası yaparlar. Siyasetçisinden bürokratına, gazetecisinden akademisyenine, sivil toplum kuruluşundan organize suç örgütlerine kadar çok geniş bir ağ, varlığını çatışmanın devamında bulur.
Çatışma uzadıkça bu ağ genişler, devlete ve topluma giderek daha çok nüfuz eder. Ağdakilerin gayeleri farklı olabilir. Maddi zenginlik, ideolojik dava, siyasi gelecek veya grup çıkarı için çatışmayı harlayan aktörler birbirleriyle bezen işbirliği yaparlar, bazen de mücadele ederler. Çatışma, aktörlerin bu işbirliklerini, mücadelelerini ve bir bütün olarak ilişkilerini, duruma göre, gizleyen ve meşrulaştıran geniş bir şal işlevi görür. O nedenle çatışmanın varlığı ve sürekliliği, bu ilişki ağı için hayatidir.
Kürt meselesinin bitmek tükenmek bilmez bir çatışma sahnesine dönüşmesinde de bu dinamik belirleyicidir. Yakın tarihe atılacak bir göz, çatışmayı bitirmeyi hedefleyen her girişimin birtakım bozucu unsurlar tarafından dinamitlendiğini görür. Zira devletin içinde de dışında da, menfaatini çatışmada gören ve bu nedenle çatışmanın sürmesine yatırım yapanlar vardır. Sorunun silahların boyunduruğundan çıkıp siyasi mekanizmalarla bir hal yoluna koyulmasına dönük her çaba, onlar tarafından geleceklerine yönelik bir tehdit olarak algılanır. Dolayısıyla çatışmayı kalıcı kılmak için ellerindeki bütün gücü seferber ederler.
“Kürt meselesini Musa Anter’den biliyorum”
Ecevit Kılıç, “Yeni Derin Devlet”* adını taşıyan son kitabında, devlet içindeki çatışma yanlılarının kimliğini ortaya koyar. “Yeni derin devlet” derken kastedilen, o zamanki adıyla Gülen Cemaati, şimdiki adıyla FETÖ’dür. Kılıç, 2005-2013 yılları arasında PKK’yi dağdan indirmek için yapılan bütün çalışmaların yeni derin devlet tarafından baltalandığını belirtir. Kitap, bu bağlamda “yeni derin devletin, Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerinden kendisini nasıl var etmeye çalıştığının bir öyküsü” olarak okunabilir. (s. 9)
Kılıç, devlet içinde Kürt meselesinin çözümüne dair farklı perspektifleri savunan iki grubun olduğunu ve bunlar arasında çok çetin bir mücadelenin yaşlandığını belirtir. Gruplardan ilki, siyasi ve hukuki araçları da kullanarak PKK’yi tamamen dağdan indirmek için projeler geliştirilmesini savunur. Sonradan MİT Müsteşarı olacak Emre Taner ile Afet Güneş, bu grubun önde gelen isimleridir.
Taner, kariyeri boyunca Kürt meselesiyle meşgul olmuş deneyimli bir istihbaratçıdır. Öcalan’la İmralı’daki ilk görüşmesinde, mesleğinin ilk yıllarında Musa Anter’i takiple görevlendirildiğine atıfla “Ben bu sorunun kökenini biliyorum. Apê Musa’dan biliyorum, Barzani’den biliyorum. Diyarbakır’ın havasını soludum” der. (s. 21) Güneş ise, Öcalan yakalandığında onu sorgulayan ekibin içinde yer alacak kadar konuya hakim biriydi. Öcalan’ın sorgusunu yapan askeri heyetin başındaki Albay Atilla Uğur, Güneş’i “Konunun piri” olarak tanımlar. (s. 24)
“Devlet devleti takip ediyordu”
2005’te Taner, Başbakan Erdoğan’a PKK’nin dağdan tümüyle indirilmesi için örgüt ile doğrudan teması öngören bir proje sunar. Erdoğan, projeye sıcak bakar ve Taner’den gelip Bakanlar Kurulu’nu bilgilendirmesini ister. Taner önce Bakanlar Kurulu’na, ardından Cumhurbaşkanı Sezer’e çözüm için izlenecek stratejinin detaylarını anlatır. Bakanlar Kurulu’ndan da -bilhassa Başbakan yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den- Cumhurbaşkanı’ndan da tam destek alır. Sezer “Sonuna kadar gidelim” der. (s.28)
Bir sonraki durak Milli Güvenlik Kurulu’dur. Orada da olumlu bir hava esince Taner İmralı’ya gider ve Öcalan ile görüşür. İlk görüşmede üç nokta üzerinde uzlaşılır: Çatışmaların hemen durması ve artık cenazelerin gelmemesi, ülke bütünlüğünün ve sınırlarının asla bir tartışma konusu olmaması, çözüm çabalarına yabancı bir elin girmesine müsaade edilmemesi.
Bu görüşme, 2013’e kadar yapılan barış denemelerinin (PKK’yı Dağdan İndirme Projesi, Oslo Süreci, Demokratik Açılım Süreci, Çözüm Süreci) başlangıcını oluşturur.
Ancak, görünen devletin MİT eliyle PKK sorununu çözme girişimleri yeni derin devlet tarafından sürekli sekteye uğratılır. Emniyeti, askeriyeyi, adliyeyi ve istihbarat kurumlarını çepeçevre saran bu yeni derin devlet, hem devlet görevlilerini hem de onların görüştükleri kişileri sıkı bir takibe alır, üzerlerinde baskı kurar. Mesela, 2006’da MİT görevlileri Sabri OK ile Ankara’da bir parkta buluşurlar. O anda parkta bulunan Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, MİT görevlilerinin istihbarat polislerince izlendiğini görür.
“O gün MİT görevlileri ile Sabri Ok’u birlikte görünce, PKK terörüne siyasi çözüm arandığını anladım. Büyük mutluluk duydum. Ancak istihbarat polislerinin, MİT görevlilerini takip ediyor olmasına da üzüldüm. Devlet devleti takip ediyordu.” (s. 42)
“Yabancılar Kürt meselesini oyuncak yapmasın”
Görüşmelerin başında devlet de Öcalan da, araya başka devletlerin ya da uluslararası kuruluşların katılmasını doğru bulmazlar. Öcalan, avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde “çözümün dışarıdan beklenmemesini, kendi içimizde geliştirilmesi gerektiğini” vurgular. 15 Temmuz Darbe Girişimi Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadede Emre Taner de aynı minvalde konuşur.
“Devletin aklıyla yola çıkılmıştır. Biz kendi aklımızla yola çıkmadık. Açıkça itiraf ediyorum; biz Oslo Sürecine yabancılar Kürt meselesini oyuncak yapmasın diye girdik.” (s. 47)
Fakat yeni derin devletin tarafları sıkı bir gözetim altında tutması ve görüşmeleri sonlandırmak amacıyla üst üste operasyonlar yapması, ilk etapta yabancı arabulucu veya kolaylaştırıcı fikrine uzak duran tarafları yeni bir değerlendirmeye mecbur kılar. Görüşmeler yurt dışına taşınır ve yabancı heyetler de görüşmeye dahil olur. Oslo’da çözüm masası kurulur.
3 Eylül 2008’de MİT ve KCK, Oslo’da ilk resmi nitelikli görüşmeyi yaparlar. MİT heyetinin başında Afet Güneş vardır, ona MİT’ten ve güvenlik bürokrasisinden dört görevli daha eşlik ederler. Mustafa Karasu’nun başkanı olduğu KCK heyeti de ikisi Kandil’den (Mustafa Karasu ve Nuriye Kesbir) ve üçü Avrupa’dan (Adem Uzun, Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar) olmak üzere beş kişiden oluşur.
İki gün süren görüşmelerin ardından, gerekli yasal ve idari adımlara zemin hazırlamak üzere PKK sessizce bir ateşkes kararı alır. Lakin ateşkes kararının Ankara’ya bildirilmesinden bir gün sonra, PKK’ye karşı ilgili bakanların bile haberdar olmadığı bir hava operasyonu yapılır. Amaç görüşmeleri kesmektir. Ancak taraflar görüşmelere devam eder, 12 Mart 2009’da Oslo’da ikinci görüşme yapılır.
“Operasyon, devlet kararı değil”
Sabri Ok’un da katıldığı ve üç gün süren bu görüşmelerde hızla hayata geçirilebilecek kararlar alınır ve kamuoyunun hazırlanması için yoğun bir faaliyet sürecine girilmesi üzerinde taraflar uzlaşır. Ama yeni derin devlet bir kez daha devreye girer ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla KCK Operasyonları olarak bilinen operasyon dalgası başlar. İlk dalgada 70’den fazla Kürt siyasetçi gözaltına alınır ve 52’si tutuklanır.
Devlet de PKK de şaşkındır. Devlet heyeti İmralı’da Öcalan ile görüşür, “Operasyon, devlet kararı değil” der ve operasyonun arkasında bir grubun olduğunu açıklarlar. İki taraf da yeni derin devlet kimliğine bürünen bu grubun kim olduğu konusunda nettir. Olası bozucu operasyonlara karşı tedbir almak ve girilen yolda ilerlemek gerektiğinde taraflar hemfikir olurlar. Neticede, yeni derin devletin bütün engelleme bitirme hamlelerine karşın taraflar süreci sürdürmede ısrarcı davranırlar ve biri Brüksel’de diğerleri Oslo’da olmak üzere altı kere daha (Nisan 2009, 1 Temmuz 2009, 13 Eylül 2009, 27 Şubat 2010- Brüksel, 2 Mayıs 2010, Ocak 2011) bir araya gelirler.
Bu görüşmelerde tarafların birbirlerine dönük eleştirileri olur. Devlet, PKK’yi sorumlu hareket etmemekle suçlar. PKK de devletin masada konuşulanları hayata geçirmemesinden ve başta KCK olmak üzere sürecin altını oyan operasyonları engelleyememesinden şikâyet eder. Yeni derin devlet her çözüm hamlesine yeni bir karşı hamle ile cevap vererek görüşmeleri sonlandırmak için yoğun bir mesai harcar. Devlet heyeti, önüne geçilemeyen operasyonlar hakkında muhataplarına “Gücümüz yetmiyor” itirafında bulunmak zorunda kalır. (s. 109)
Yeni derin devlet, yeterince güç biriktirdiğini düşündüğü bir anda doğrudan çözüm masasını hedef alır. 4 Mart 2010’da Belçika polisi, normal zamanlarda asla yapmayacağı türden bir operasyon düzenler ve MİT ile görüşmeleri sürdüren PKK’nin Avrupa’daki üç tepe ismini (Zübeyir Aydar, Remzi Kartal ve Adem Uzun) gözaltına alır. Operasyon Türk polisi ile koordineli bir şekilde yapılır ama Emniyet’in bağlı bulunduğu İçişleri Bakanı’nın bu operasyondan haberi olmaz.
Gözaltına alınanlar daha sonra serbest bırakılır. Ama el konulan evrak ve dokümanlar geri verilmez. Zaten baskın gözaltına almaktan ziyade aramaya yöneliktir. Her yer didik didik aranır.
“Yeni derin devlet, devlet ile PKK’nın yaptığı görüşmelerle ilgili delil peşindeydi. Evet, aynen öyle. Operasyon, onun için yapılmıştı. Aramada bulunan ve geri verilmeyen dokümanlar arasında Brüksel’de son yapılan görüşmenin birkaç maddelik dökümü vardı. Tarafların üzerinde anlaştığı ve anlaşamadığı maddeler. Bir tür sonuç tutanağı gibi. Bir de Abdullah Öcalan’ın mektupları. Her heyet görüşmesi öncesi Öcalan’ın fikirlerini yazdığı mektuplar. Ama asıl olmaması gereken bir ses kaydı çıktı.” (s.109-110)
“Habur’da bu iş boğuldu”
Kılıç, bu ses kaydının yanı sıra MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın basına sızdırılan görüşme tutanakları, Habur süreci ve Roboski katliamı gibi çözüm çabalarına cephe alan karşı hamleleri net bir şekilde okuyucunun önüne koyar. Bu hamlelerin ayrıntılarına vakıf olunduğunda, barışı getirmesi için organize edilen Habur’un nasıl bir savaş gerekçesine döndüğü daha iyi anlaşılır. Emre Taner, PKK’nin sorumluluğunu da hatırlatarak, “çözümün Habur’da boğulduğunu” anlatır:
“Bu sürecin olmasını istemeyenler, iç ve dış mihraklar, bu boğulmada aktif rol aldılar ve Habur’da bu iş öldürüldü. Habur yanlışa döndü, doğru başladı, yanlışa döndü.” (s. 76)
Roboski’nin de otopsisini çıkarır Kılıç; katliamın nasıl gerçekleştirildiğini göz önüne serer. Bölgedeki muhtarların, korucuların ve karakol komutanlarının, ulaşabildikleri her yere, gelenlerin “terörist” değil “köylüler” olduğunu defaten söylemelerine rağmen, sınır ticareti yapan masum insanların nasıl katledildiklerini tafsilatlı bir biçimde aktarır. Önce Uludere Savcılığı’nın yürüttüğü, sonra Diyarbakır Başsavcılığının devam ettirdiği, ardından Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın sürdürdüğü katliam dosyasının hukuki labirentlerde nasıl kaybettirildiğinin, ailelerin avukatlarının ihmal serisiyle katliama dair bütün dosyaların nasıl kapattırıldığının izini sürer.
İlginç bilgiler de var kitapta; mesela “paralel devlet” kavramını ilk kullananın Öcalan olduğu belirtilir. Öcalan 2005’te Emre Taner ile ilk görüşmesinde, devlet içindeki bu yapıya dikkat çeker. 2010’da, Brüksel operasyonundan sonra devlet heyetine, “Kürt sorununun çözümünü istemeyeceklerini” söylediği bu yapı için “paralel devlet” der. 2012 MİT Krizi ve 15 Temmuz’dan sonra bu isim, Gülen Cemaati’nin nerdeyse resmi ismi haline gelir.
Derin devletin kaynağı
Kılıç 2005’in sonbahar aylarında faaliyetlerine başlayan yeni derin devletin 2013’ün başına kadar operasyonlarına devam ettiğini ve en son operasyonunun, çözüm sürecinin başlamasının hemen sonrasında gerçekleştirilen Paris Suikastı olduğunu ifade eder. Ancak, Roboski katliamı le Paris suikastında yeni derin devlet tek başına değildir; dava ve soruşturma dosyalarındaki detaylar, bu iki olayda farklı unsurların da yer aldığını gösterir.
“PKK’yı Dağdan İndirme Projesi olarak başlayan ve Oslo Görüşmelerini de kapsayan çözüm arayışlarına yönelik bu operasyonlar, aynı zamanda ‘cemaatin’ nasıl derin devlete dönüştüğünün hikâyesi. Yani 15 Temmuz darbe girişimindeki adıyla Fettullahçı Terör Örgütü’ne.” (s. 198)
Yeni derin devletin öyküsü, insanın aklında üç tortu bırakır: İlki, üzüntüdür; bu kadar yaklaşmışken çözümü yitirmek, bazen okyanuslarda geçip derelerde boğulmak insanın ruhunu daraltır, yüreğini yaralar.
İkincisi, endişedir; çözüme el atmak arı kovanına çomak sokmaktır. Her çözüm çabası farklı unsurların keskin bir direnci ile karşılaşır; dün böyleydi, bugün ve yarın da böyle olur. O nedenle çözüme kafa yoranların, onun için kollarını sıvayanların bozucu güçlere karşı her daim müteyakkız olmaları gerekir.
Ve üçüncüsü de mecburiyettir; derin devlet, en çok Kürt meselesi üzerinden beslenir. Bir çözüme ulaşılmadığı müddetçe derin yapılar bu mesele üzerinden kendilerine alan açarlar, yapıp-ettiklerine bu mesele üzerinden meşruiyet devşirmeye çalışırlar. Hülasa bu mesele durdukça, aktörleri ve bileşenleri değişebilir, ama derin yapılar hep var olurlar.
Bir organize suç örgütü liderinin videoları münasebetiyle derin devlet hakkında bu kadar yoğun konuşulmaya başlanmışken, vaziyeti bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar var.
* Ecevit Kılıç, Yeni Derin Devlet, Doğan Yayınları, İstanbul, 2020
Perspektif, 08.06.2021