1 Kasımda yeniden seçime gidiyor olmamız, Türkiye’nin hiçbir siyasi partinin sandıktan tek başına ya da birlikte salt çoğunluk olarak çıkmaması nedeniyle karşılaştığı “yönetilebilirlik” sorununun ciddiyetini ortaya koyuyor. Siyasi partilerin 7 Haziran genel seçimlerine giderken benimsedikleri aşırı kutuplaşmaya dayanan ve çok da gerçekçi olmayan stratejilerin böyle bir sonuca yol açabileceği belliydi aslında. Ama bazen sorunlar yaşanmadan anlaşılamıyor.
Bazıları bir araya gelemeyecek kadar birbirinden farklı muhalefet partilerinin seçmenleri, ölçüsü kaçırılmış bir düşmanlık kampanyasıyla Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa hepsinin sorumlusu ilan edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halk tarafından daha yeni seçilmiş olduğu halde yerinden edilebileceğine, hatta yargılanabileceğine inanmıştı. Onlar için öncelikli konu, Türkiye’nin yönetilebilirliği değil, AK Parti’nin devrilmesiydi. Sonra her şey kendiliğinden yoluna girerdi zaten. Ama öyle miydi gerçekten?
Kabul etmek gerekir ki Erdoğan karşıtlığı kampanyası iktidar partisi seçmenini de şu veya bu şekilde etkilemişti. Seçmenin büyük bölümü uluslararası medya destekli bu kampanyanın haksızlığından ötürü AK Parti’yi sahiplenmişti ama yüzde 10’luk bir bölümü bugüne kadar yazılıp çizilmiş çeşitli nedenlerle sandığa gitmeyerek ya da başka partilere oy vererek. AK Parti’den desteğini çekmişti. İyi mi yapmıştı yoksa pişman mıydı?
Yukarıdaki sorulara iktidar ve muhalefet partilerinin seçmenleri 1 Kasımda sandıkta cevap verecekler kuşkusuz. Ama bu cevabı oluşturmadan önce, en azından bir bölümü 7 Hazirandan farklı olarak, Türkiye’nin yönetilebilirlik sorununu da göz önüne alacaklar olasılıkla. Çünkü 1 Kasımda asıl öncelik taşıyan konu, Türkiye’nin hangi parti ya da blok tarafından yönetileceği değil, yönetilebilirliği olacak.
Bu optikten değerlendirildiğinde, kamuoyu araştırma şirketlerinin de üzerinde birleştiği gibi, 1 Kasımda sandıktan iki sonuçtan birinin çıkacağı görülüyor: ya tek başına AK Parti iktidarı ya da AK Partili bir koalisyon. 8 Hazirandan bu yana yaşananlar tek başına AK Parti iktidarı olasılığını biraz daha öne çıkarıyor belki ama Türkiye’nin yönetilebilirliği açısından kendini en kötü olasılığa göre hazırlamasında da yarar var. Bunun için Erdoğan karşıtlığının temelini güçlendiren başkanlık sistemi projesini en azından bu dönem ön plana çıkarmaması önem taşıyor.
Cumhurbaşkanlığının konumu ve başkanlık sistemi
Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçiliyor olması, bürokratik vesayet makamı olarak öngörülmüş olduğu dikkate alınırsa eşi olmayan bir demokratik kazanım. Yeni anayasa çalışmalarında bu konuda geri adım atılması uygun olmayacak kuşkusuz. Ama devlet başkanının halk tarafından seçilmesi sadece başkanlık sistemlerine özgü değil. Polonya gibi parlamenter ya da 82 anayasasının şimdi çok yakınlaştığını düşündüğüm yarı-başkanlık sistemlerinde de öyle.
Başkanlık sistemin parlamentarizme oranla koalisyon hükümetlerine ihtiyaç duymaması veya bürokratik iktidar odaklarını etkisiz kılması gibi bazı avantajları olabilir. Ancak ABD’de de zaman, zaman görüldüğü gibi, Başkan’la Kongre çoğunluğu ayrı siyasi partilerden olduğunda sistem kilitlenebiliyor, devlet bütçesi bile çıkmayabiliyor. Başkanlık sistemi ayrıca seçilmiş devlet başkanlarına kalkan da oluşturmuyor. Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff, Gezi olaylarıyla aynı tarihlerde başlayan sokak şiddeti ve kendisini destekleyen partilerin bulaştığı yolsuzluklar nedeniyle devrilmeye çalışılıyor mesela. Hem de daha geçen Ekim ayında halk tarafından ikinci defa başkan seçildiği halde.
Bir ülkenin demokratik niteliği, devletin örgütlenmesinde benimsenen sistemden bağımsız olarak anayasasının dayandığı evrensel ilkelerden kaynaklanır elbette. Parlamenter ya da başkanlık sistemi var diye bir ülke ne daha çok, ne de daha az demokratiktir. Ama başkanlık sistemi kamuoyumuzda diktatörlüğe yol açan bir sistem olarak algılanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, sadece bizde de değil, başkanlık sistemi talep ettiği için bu sistemin beşiği ABD’de de, yarı-başkanlıkla yönetilen Fransa’da da medya tarafından kamuoylarına “süper-başkanlık heveslisi” olarak yansıtılıyor.
Başkanlık sistemini kategorik olarak reddeden muhalefet partileri, halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olan Sayın Erdoğan’ı sürekli olarak, anayasal çizgilerine çekilmeye davet ediyor. Bu davet, 2007 değişikliğinden önce Meclis tarafından seçilen cumhurbaşkanları tarafından kullanılmamış yetkileri Erdoğan’ın da kullanmaması talebini içeriyor. Bu da Cumhurbaşkanlığı’nın tarafsızlık ilkesinin gereği olarak takdim ediliyor. Anayasada yazılı yetkileri kullanması Erdoğan’ın anayasal sınırları aştığı anlamına gelmiyor elbette ama önceki dönemlerle bir farklılık olduğu da ortada. Bu sorunu çözmenin yolu Erdoğan’a yüklenmekten değil, anayasayı yeniden yazmaktan geçiyor elbette.
Kabul etmek gerekir ki başta CHP olmak üzere muhalefet partileri için 1 Kasımda sandıktan çıkacak en iyi seçenek olarak ufukta koalisyon görülüyor. Üçlü koalisyon olasılığı 7 Haziran ertesinde gerçekleşmediğine göre, PKK’nın terör eylemlerini sürdürdüğü bugün hiç mümkün değil. Bazı AK Partililer tarafından öne sürülen CHP-HDP ittifakını ise ben şahsen mümkün görmüyorum. İçinde bulunduğumuz ortamda CHP’ye yarar sağlayacağını da sanmıyorum. Böyle bir ittifak her şeye karşın kurulsa dahi salt çoğunluğa ulaşabilmesi hiç kolay değil.
Bütün bunlardan 1 Kasıma giderken siyasi partilerin kutuplaşma politikasını bir tarafa bırakarak, sandıktan çıkacak bir koalisyon olasılığını tıkamamaları gerektiği sonucu çıkıyor. Siyasi partilerin Türkiye’nin yönetilebilirlik sorununu göz önüne alarak kapıları şimdiden koalisyona kapatacak politikalara yönelmemeleri şart.
Seçim kampanyalarında siyasi rakiplere karşı daha uzlaşmacı söylemler kullanmak sadece olası koalisyonlara kapı aralamak değil, aynı zamanda seçmenden oy almak için de gerekli. Çünkü seçmenin en azından önemli bir bölümü, yukarıda da belirttiğim gibi, 1 Kasımda siyasi partileri Türkiye’nin yönetilebilirliği sorununa ilişkin tutumlarını göz önüne alarak sandıkta değerlendirecek olasılıkla.