Dün [10 Ekim’de] Ankara’da, 100’ün üzerinde masum insanımızı alçakça bir terör saldırısına kurban verdik. Yaralıların sayısı 400’ü aşıyor ve bunlardan kaç kişinin, ellerini, ayaklarını, gözlerini veya farklı organlarını kaybettiklerini bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısı olarak kayıtlara geçecek bu olayın, özellikle kurbanlar ve aileleri için, asla telafisi mümkün olmayan bir sonuca yol açtığıdır.
Sorunlu açıklamalar
Olay daha ta taze iken, henüz cenazeler bile yerden kalkmamışken, siyasilerimizin yapmış oldukları açıklamalar ve tez elden suçlamalar, akıl ile açıklanabilecek bir durumda değildir. Sayın Demirtaş’ın “Bu saldırılar devletimizin ve milletimizin bütünlüğüne değil, devlet tarafından halka karşı gerçekleştirilmiştir” sözü, olay anının duygusallığı ve heyecanıyla söylenmiş olmasına karşın, oldukça sorunludur. Keşke Sayın Demirtaş biraz daha itinalı davranarak, 5 Haziran’da Diyarbakır’da gerçekleşen saldırılarda göstermiş olduğu sağduyuyu tekrarlayabilseydi. Yine kimi AK Partili yöneticilerin meseleyi HDP’nin barajı aşması bağlamında, tez elden, aynı gün ateşkes ilan etmiş olan PKK’ye yüklemesi de normal değil, meşakkatlidir. Böyle acı bir günde, bu vahşete verilecek ilk tepki, siyasi suçlamalar, hedef göstermeler ve karşılıklı karalamalar olmamalıydı.
Sayın Demirtaş güvenlik zaafları noktasında devleti eleştirebilir, güvenlik güçlerinin içine sinmiş kötü niyetli oluşumları dile getirebilir ve polisin görevini hakkıyla yerine getirmediğini söyleyebilir. Aynı şekilde, devlet güvenliğinden sorumlu ilgili bakanlık ve kurumları da, partililerini, arkadaşlarını ve milletvekili adaylarını kaybetmiş bir lider olarak, çok sert bir şekilde eleştirebilir. Ancak bu işi devlet yaptı demesi, ne meseleyi anlamak ve ne de çözmek noktalarında aydınlatıcı oluyor.
Daha önceki yazılarımızda, Türkiye’nin Suriye ve Irak’la aynı etnik ve demografik fay hattı üzerinde bulunduğu; akıllı ve sorumlu politikalar geliştirmedikçe buralarda vuku bulan olayların bizde de yaşanabileceği uyarısını yaptık. Gerekli önlemler alınmadığı takdirde, Bağdat ve Şam’da olanların bizde de olabileceğini yazdık. Irak ve Suriye’de bir günde 50’den fazla intihar bombacısı kullanan bir terör örgütünün, isterse Türkiye’yi de kan gölüne çevirebileceğini önceden bilmeli ve önlemlerimizi ona göre almalıydık. Ancak, Reyhanlı, Diyarbakır ve son olarak Suruç hadiselerinden gerekli dersi alamadık. Bütün bu olaylarda ilk siyasi refleksimiz, maalesef karşılıklı olarak birbirimizi suçlamak oldu. Şüphesiz bu dil ve bu tavır, asıl faillerin işlerini daha da kolaylaştırdı. Gittikçe daha kanlı olaylar yaşadık. Reyhanlı, Diyarbakır ve Suruç derken, şimdi de memleketin başkenti kan gölüne çevrildi.
Bu kan izleri IŞİD’i gösteriyor
Ben bu saldırıların, içeride hain ve işbirlikçilerinin olduğunu da hesaba katarak, doğrudan doğruya IŞİD bağlantılı olabileceğini düşünmekteyim. Cani örgüt bu saldırılarla iki hedefi nişan almaktadır: (1) Barış sürecini, Kürtleri ve barış yanlılarını; (2) AK Parti iktidarını (ve bu partinin şahsında bütün Türkiye’yi). IŞİD’in Kürt halkına karşı topyekûn bir savaş açtığını; Irak ve Suriye’nin Kürtlerle meskûn topraklarını da egemenlik sahasına katarak güçlü bir devlet kurma peşinde olduğunu biliyoruz. Çünkü IŞİD barbarlığının mutlak anlamda bir siyasi stratejisi var ve temelde bu strateji, Irak ve Suriye’de Sünni nüfusun egemen olduğu topraklarda güçlü bir devlet kurmayı içeriyor. Ancak bu iki ülkede de, Sünni nüfusun çoğunluk teşkil ettiği alanlar genellikle çöl ve çorak. Kurulması hedeflenen bu devletin ekonomik olarak ayakta durması için, Kürdistan suları ve zengin Kürt petrol sahalarına ulaşma ihtiyacı ortaya çıkmakta. IŞİD bu nedenle bütün gücüyle Kürtlere saldırıyor. Hem Kerkük hem Rojava’ya birden saldırması, Kerkük petrollerini Akdeniz ile birleştirecek koca bir alanda güçlü bir devlet kurma arzusundan kaynaklanıyor.
IŞİD emperyal emeller güden bu yayılmacılık peşinde; yarın fırsatı bulduğunda Türkiye’ye doğru da genişlemek isteyecek. Ankara’daki barış mitingini hedef almakla, IŞİD hem baş düşmanı Kürtlere ağır bir darbe vurmakta, hem de HDP ile AK Partiyi karşı karşıya getirmek suretiyle amacına bir adım daha yaklaşmakta. Şüphesiz IŞİD’in Türkiye’de böyle serbest hareket etmesinin en önemli zeminini Suriye krizi hazırladı. 2 milyon Suriyeli göçmenin Türkiye’ye sığınmış olması ve insani bir sorumluluk olarak sınırları göçmenlere açık tutmak, ister istemez güvenlik zaaflarına da yol açabilir. Suriye sınırı böyle kevgir misali açık ve muhatap alınacak bir yönetimden yoksun iken, IŞİD’in Türkiye’yi vurmasının önüne geçmek çok zor.
IŞİD saldırılarını etkisiz kılma
IŞİD saldırılarının ve Suriye kaynaklı güvenlik açığının bertaraf edilmesinin iki yolu var: (1) İç barışın sağlanması; (2) sınırın cihatçı örgütlerden temizlenmesi. Bir kere içerde, ne pahasına olursa olsun barış sürecini yeniden rayına koymak gerekir. PKK’nın tek taraflı saldırmazlık ilan etmiş olması, barış masasının yeniden kurulması için bir şanstır. Mutlaka değerlendirilmelidir. Ancak “yok, kış geliyor, bunlar zaten yenildi, bitti tükendi” yaklaşımı, sorunu çözmeyeceği gibi yangına körükle gitmek anlamına gelir. Bir kere AK Parti bu İttihatçı-Kemalist dilden uzak durmalı. Kürt meselesi makul bir çözüme kavuşmadıkça, PKK bitse de, başka örgütler çıkar.
İkincisi, Suriye sınırının cihatçı örgütlerin denetiminden çıkması; sınırımızda, Türkiye’nin muhatap alabileceği “rasyonel” bir yönetimin olabilmesi şarttır. Şu anda, 911 km’lik Suriye sınırımızın 550’km’si PYD denetiminde iken, geri kalanı IŞİD, El Nusra ve Suriye devleti tarafından kontrol edilmektedir. Bu sınırın en sorunlu kısmı, IŞİD’in denetiminde olan Kaniya Dilan (Cerablüs) ve Azez arasıdır. Öte yandan, Rusya’nın saldırılarından sonra, kendilerini tehlikede hisseden cihatçı grupların buralardan Türkiye’ye giriş yaptığı söylenmektedir. Oysa eğer Rojava’daki Kürt kantonları birleşseydi, en azından bu sınırdan sızmalar azalır ve IŞİD’e katılmak için Türkiye’yi güzergâh olarak gören cihatçılar başka yollara yönelirdi.
Umarım barış süreci tekrar rayına oturur; bu ülkenin Türkler ve Kürtleri olarak IŞİD canilerine geçit vermez, Ortadoğu’daki kan deryasının kurumasında daha aktif bir rol oynarız.