Son birkaç aydır neredeyse her gün karşılaştığım bir soru var: Bu şiddet, bu savaş, bu cinnet hali ne zamana kadar sürer? Herkes farklı bir şekilde ifade etse de aslında soru aynı. Eminim bu soru sizlere de soruluyor ve sizleri de derinden düşündürüyor. Soru açık ve net, anlaşılmaz bir tarafı yok; üstelik haklı ve yerinde. Hattâ her sorumluluk sahibi vatandaşın üzerinde düşünmesi gereken bir konu; lâkin cevabı öyle kolay değil. Şayet olup bitenler, belirli bir mantık çerçevesinde yapılıyor olsaydı, bizim de soruyu cevaplamamız kolay olurdu. Ancak akıl ve mantıkla izah edemeyeceğimiz kimi durumlar ve rasyonellikle açıklanamayacak kimi eylemler, işimizi alabildiğince zorlaştırıyor.
Bu soruyu soran, sizin Kürt meselesi ve Ortadoğu üzerine çalışan ve az çok kafa yoran bir siyaset bilimci olduğunuzu biliyorsa, işte o zaman kaçmak ve kaçamak cevaplar vermeniz hepten imkânsızlaşıyor. Anlayacağınız; halkımızın siyasi bilinci ve politik seviyesi, öylesine geçiştirme bir cevapla paçayı kurtarmanıza olanak tanımıyor. Yıllar önce İbrahim Tatlıses “Diyarbakır’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” demişti. Asıl soruları, işte o Oxford’a gitmemiş olanlar soruyor. İşin en üzücü tarafı da, bu soruları soran ve inanılmaz makul cevaplar bekleyen halkın, bu durum karşısındaki çaresizliğidir. Galiba bu, herkesin cevabını bildiği bir çaresizlik durumu olsa gerek.
Bu cinnet haline nasıl döndük?
Aslında mesele şu: Dile kolay, her gün birkaç ocağa yangın düşüyor, ölüm ve acı haberleriyle sarsılıyoruz. Her şey çok iyi gidiyorken ve barış sürecinde nehrin yarısı aşılmışken, nasıl oldu da bu şiddet, bu cinnet hali birdenbire hayatımızı esir aldı? Sebep şu: Barış sürecinde kimi hatâlar yapıldı ve bunların bir kısmı karşılıklıydı. Ancak hiçbir hatâ, bu savaşa, bu şiddet cenderesine geri dönüş kadar büyük olamazdı ve bu hatânın haklı bir gerekçesi de olamazdı. Kuşkusuz en büyük hata, PKK’nin tek taraflı özyönetim ilânıydı. Ardı sıra hendek ve barikatlarla şehirlerin savaş alanı olarak seçilmesi, hatâları büyüttü ve bildiğimiz, konuştuğumuz, şahit olduğumuz manzaralar yaşanır oldu.
Maalesef acılarımız gittikçe çoğalıyor, yıkım ve tahribatın boyutu da hızla genişleyip artıyor. Şimdi başta sorduğumuz soruya biraz somut bir cevap vermeye çalışalım. Öncelikle, hatâ yapanlar aynı hatâyı sürdürmekte ısrar ettikçe, bu yıkım ve acılar devam edecektir. Yani kasaba ve şehirlerimizin ortasında kazılan her hendek, sokak ve cadde girişlerinde kurulan her barikat, yeni acılar ve yıkımlar getirecektir. Devlet, geçmişteki son 30 yılda hiç bulamadığı haklılık ve psikolojik üstünlüğü elde etmiş görünüyor. PKK şiddet, hendek ve barikatta ısrar ettikçe, devlet var gücüyle üstüne gidecek; hazır koşullar lehine iken, amiyane deyimle “köşeye sıkıştırdığı” rakibini iyice hırpalayarak zayıf düşürmeye çalışacaktır. Yalnız, bir parantez açıp hatırlatmak gerekir; devletin sahadaki üstünlüğü, çözümü aranarak hal yoluna konulmak istenen Kürt meselesini çözmeyecektir. Sorunu daha da kangrenleştirip, umulmadık sonuçlara da yol açabilir. Hükümetin önündeki bir tehlike, eski yönetimlerin sıkça yaptığı şu yanlışa tekrar düşmek: “Önce terörü bitirip” sonra Kürt meselesini çözmeyi düşünmek. Zaten son 30 yıllık tecrübe, bizlere bu yaklaşımın doğru olmadığını gösterdi.
Etrafımızdaki ateş çemberi
Şöyle ki, zaten etrafımız bir ateş çemberi. Komşudaki yangın, rüzgârın da etkisiyle sınırlarımızın içine doğru taştı taşacak gibi. Son günlerde Ankara, İstanbul ve Brüksel’de patlayan bombalar, toplumsal huzurumuzu tehdit etmekle kalmıyor; ruhsal durumumuzda da travmalar yaratıyor. IŞİD’in Musul ve Rakka’da ağır darbeler alması veya yenilgiye uğraması, dünya barışı açısından çok daha kırılgan bir durum doğuracaktır. Şu gerçeği de göz ardı etmemeliyiz: Bu örgütü Musul’dan çıkartmak, Tikrit ve Ramadi’den çıkartmaktan çok daha güç olacak. IŞİD’i Tikrit’ten atmak iki ay, Ramadi’den atmak dört ay almıştı. Anlayacağınız, Musul operasyonu bir iki yıl sürebilir. Ama sonuç olarak, bu kentlerin IŞİD’in elinde çıkması durumunda on binlerce yabancı cihatçı yurtlarına dönmeye kalkışacak ve bu yeni vaziyet bütün dünyadaki barışı büyük risk altında bırakacaktır. Kuşkusuz böyle bir ortam, en çok da bizim gibi bölgeye sınırdaş olup iç sorunlarıyla uğraşan ülkeleri etkileyecektir. Şimdiye kadar IŞİD’e 120 farklı ülkeden 30 bin cihatçının katıldığı söyleniyor. Yarın bunların yüzde 10’nun bile bu teröre devam etmesi, bütün dünya için büyük bir tehlike oluşturacaktır.
Bu vahşi terör dalgası karşısında durabilmenin yegâne yolu, iç huzur ve barışın sağlanması; Kürt meselesinin yeniden çözüm yoluna girmesidir. Bunu sağlamak için:
(1) PKK derhal Türkiye içindeki silahlı eylemlerine son vermeli, sivil ve demokratik siyasetin önünü açmalıdır.
(2) Devlet, Suriye Kürtlerinin kendi geleceklerini belirleme hakkına saygı duymalı, geçmişte Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi Suriye Kürtlerini de kucaklamalıdır.
Suriye önemli; çünkü biz barışı Suriye’de kaybettik ve ancak Suriye üzerinden yeniden inşa edebiliriz. Türkiye,16 Mart 2016’da Suriye’de ilan edilen Rojava ve Kuzey Suriye Federasyonunu, kendisi açısından bir tehdit olarak görmemelidir. Suriye Kürtlerinin asla ve kat’a üniter bir Suriye kabul etmeyeceklerini; bir daha Beşar Esat yönetimine de kayıtsız şartsız boyun eğmeyeceklerini bu köşede defalarca yazdık. Federasyon ilân etmekle, Kürtler Beşar Esat yönetiminin işbirlikçisi, savunusu ve destekleyici olmadıklarını bir kez daha gösterdiler. Federasyon ilânına herkesten önce Beşar Esat yönetimin tepki göstermesi de bu gerçeği teyit etmekte. Suriye Kürtlerinin Türkiye ile birleşmeleri mümkündür; ancak bir daha Esat yönetimine veya üniter bir Suriye’ye dâhil olmaları asla mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu gerçeği göz önünde bulundurması, Türk-Kürt ittifakı ve kardeşliği açısından da elzemdir. Unutulmamalıdır ki Türklerin en yakın akrabaları Orta Asya’da değildir; bin yıldır bir arada yaşadıkları Kürtler ve Anadolu’daki diğer etnik unsurlardır. Kürdün de etno-lingüistik bakımdan daha yakın olduğu İranlılara kıyasla kendisini Türklere akraba hissetmesi bu gerçeğe işaret eder. Zorunlu kaldığında (ki Irak ve Suriye’deki BAAS rejimleri ve bugün de İŞİD, Kürtler açısından başka bir seçenek bırakmamıştır), Kürtler ile Araplar, Kürtler ile Farslar arasına bir sınır çizebilir; ancak Türkler ile Kürtler arasına sınır çizilemez.
Bu zor sorunun kolay bir cevabı var: Şiddet bu sorunu çözemez. Şiddet yolunun neresinden dönsek kârdır.