99 yaşındaki Eski ABD Dışişleri Bakan Henry Kissinger, 19. kitabı olan “Liderlik ve Dünya Stratejisiyle İlgili Altı Ders” adlı çalışmasını yayınladı. Eser, İkinci Dünya Savaşı sonrası’ndaki liderlerin (Konrad Adenauer, Charles DeGaulle, Richard Nixon, Anwar Sadat, Lee Kuan-Yew ve Margaret Thatcher) tarihsel başarılarının bir analizini sunmakta.
Temmuz ayının buğulu bir gününde Manhattan’daki ofisindeyken Kissinger, 1950’li yıllarda siyasete girmeden önceki planının, 19.yy’da barışın tesisi ve sona erişi hakkında bir kitap yazmak olduğunu anlattı.
Eser Viyana Kongresi ile başlayacaktı, Bismarck’dan bahsedecekti ve 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle bitecekti.
Kissinger yeni kitabının “sadece çağdaş dönemle kısıtlı olmadığını, aksine bir tür süreklilik arz ettiğini” söylüyor.
Eski dışişleri bakanı ve ulusal güvenlik danışmanı Kissinger, kitabında geçen altı figürün de 1914’ten 1945’e kadar olan dönemde “ikinci Otuz Yıl Savaşı” olarak adlandırdığı şey içinde şekillendiklerini ve kendilerinden sonra gelen dünyanın şekillenmesine katkıda bulunduklarını belirtiyor.
Kissinger’a göre, bütün bu yöneticiler liderliğin iki arketipini birleştirdi: Bir devlet adamının ileri görüşlü pragmatizmi ile bir peygamberin ileri görüşlü cesareti.
Bu nitelikleri paylaşan herhangi bir çağdaş lider tanıyıp tanımadığı sorduk:
“Hayır. DeGaulle’de bu liderlik çok erken aşamadan itibaren var olsa da örneğin Nixon, muhtemelen Sedat ve hatta Adenauer gibi liderlerde bu özellikleri kariyerlerinin başlarında göremezdiniz. Fakat bu insanların hiçbiri esasen taktik insanları değildi. Taktik sanatında ustalaştıkları doğru ancak göreve başladıklarında hepsinin kafasında bir hedef vardı.”
Hiç kimse onun için denge ve bir devlet adamının yol göstericisi demek olan “hedef (purpose)” sözcüğünü duymaksızın Kissenger’la uzun bir konuşma yapamaz zira o bu kavramı çok sık tekrarlar.
1950’lerden bu yana nükleer strateji üzerine yazan bir Harvard akademisyeni olan Kissinger; diplomasiyi, olası bir nükleer felaket riskinden ötürü büyük güçlerin aralarında mutabık kaldıkları dengeleyici bir alan olarak görüyor.
Kissinger’e göre modern silah teknolojisinin yaratacağı tahribat potansiyeli, düşman güçler arasındaki denge politikalarının sürmesini uluslararası ilişkilerin zorunluluğu haline getiriyor.
Kissinger’e göre dengenin iki bileşeni bulunmakta: Bazı durumlarda karşıt pozisyonların meşruiyetini kabul etmek ve bununla bağlantılı bir tür güç dengesi tutturmak:
“Çünkü eğer çabanızın nihai sonucunun değerlerinizin dayatılması olduğuna inanıyorsanız, o zaman dengenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Yani bu işin bir bağlamı bir tür mutlak dengeyi şart koşuyor. Diğer bağlam ise davranış dengesi ki bu da genel denge için ihtiyaç duyulan şeyle ilgili olarak kendi yeteneklerinizin ve gücünüzün uygulanmasında sınırlamalar olduğu anlamına geliyor. Bu kombinasyonu elde etmek neredeyse sanatsal bir beceri gerektiriyor.”
Kissinger, dengenin gerekli olmasına rağmen kendi başına bir değer olamayacağını kabul ediyor.
Kendisi “uzlaşının ahlaki olarak imkansız olduğu durumlar olabilir” diye belirtiyor:
“Örneğin, Hitler ile uzlaşılamaz zira onunla bir denge kurulamazdı.”
“Liderlik”te, Kissinger’ın çağdaş Amerikan devlet adamlarının kendilerinden öncekilerin yaptıklarını özümseyebilecekleri umuduna dair imalı bir ifadesi var:
“İçinde bulunduğumuz dönem istikamet belirleme açısından çok sorunlu. Yaşadığımız dönem anın duygusuna çok kapılmakta”
Kissinger, Amerikalıların diplomasiyi “düşmanla kurulan kişisel ilişkiler” fikrinden ayırma hususunda beceriksiz olduğunu düşünüyor. Kendisi, Amerikalıların “müzakere süreçlerine misyoner bir tavırla bakma eğiliminde olduklarını ve muhataplarının düşüncelerini anlamaya çalışmak yerine onları dönüştürmeye veya mahkum etmeye çalıştıklarını” söylüyor.
Günümüz dünyasının tehlikeli bir dengesizliğin eşiğinde olduğunu düşünüyor Kissenger:
“Kısmen kendi müsebbibi olduğumuz konularda Rusya ve Çin ile savaşın eşiğindeyiz. Dahası, bunun nasıl sona ereceğine veya neye yol açması gerektiğine dair herhangi bir kavramsal çerçevemiz de yok. ABD, Nixon yıllarında olduğu gibi, iki düşmanı arasında bir üçüncü olarak süreci yönetebilir mi?”.
Kissinger basit bir reçete sunmuyor:
“Onları parçalayıp ardından da birbirlerine düşman edeceğimizi söyleyemezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey gerilimi hızlandırmayıp alternatif seçenekler yaratabilmek ve bunun için bir hedefiniz olmalı.”
Kissinger, Tayvan sorunuyla ilgili olarak ABD ve Çin’in bir krize doğru sürüklenmesinden endişeli ve Washington’a sağduyu tavsiyesinde bulunuyor:
“Her iki tarafın yürüttüğü politika, Tayvan’ın özerk bir demokratik varlığa dönüşmesini sağlayan başat unsurdu ki bu da Çin ile ABD arasındaki barışı 50 yıl boyunca muhafaza edebildi. İşte bu nedenle, bu meseleye dair temel eğilimleri değiştirme ihtimali olan adımlarda çok dikkatli olunmalıdır.”
Kissinger, bu yılın başlarında ABD ve NATO’nun tedbirsiz politikalarının Ukrayna’daki krizde belli oranda payı olduğunu öne sürerek tartışmalara yol açmıştı.
Kendisi, Vladimir Putin’in belirttiği güvenlik temelli endişeleri ciddiye almaktan başka bir seçenek olmadığını düşünüyor ve NATO’nun Ukrayna’nın ittifaka katılabileceğini sinyallemesinin bir hata olduğuna inanıyor:
“Ben Polonya da dahil olmak üzere Batı tarihinin bir parçası olan geleneksel Batı ülkelerinin NATO’nun mantıksal olarak üyeleri olduğunu düşünmekteyim”.
Öte yandan ona göre Ukrayna, bir zamanlar Rusya’ya eklenmiş ve “bazı Ukraynalılar” bunun farkında olmasa da Rusların kendilerine ait olarak gördükleri bir toprak:
“Ukrayna’nın Rusya ile Batı arasında bir tampon görevi görmesi istikrar açısından daha iyi olabilirdi. Ukrayna’nın tam bağımsızlığından yanaydım ama onun için en iyi rolün Finlandiya’nın rolü gibi bir rol olduğunu düşündüm”.
Yazar: Laura Secor
Çeviri: Hasan Ayer
Kaynak: https://www.wsj.com/articles/henry-kissinger-is-worried-about-disequilibrium-11660325251