Cihan Aktaş’ın 7 Ağustos’ta Serbestiyet’ten Gülsüm Ekinci’ye verdiği röportaj.
Uzun yıllar yaşadığınız İran’da kadınlar başlarını örtme dayatmasına karşı çıkıyor ve itirazlarını sosyal medyadan da paylaşıyorlar. İranlı kadınların eylemlerini nasıl karşılıyorsunuz?
Bu bir hayli karmaşık bir süreçle ilgili ama bir yandan da anlaşılabilir bir itiraz sevgili Gülsüm.
İran Devrimi gerçekleşirken toplumun çok farklı kesiminden kadınlardan bazıları, pek de dini olmayan sebeplerle başlarını örtmüştü. Başörtüsü veya çarşaf o kadınlar için, şah rejimi döneminde kıyafetleri nedeniyle dışlanmış, hor görülmüş kadınlarla bütünleşmenin, onlarla dayanışmanın devrimci bir ifadesiydi. Tabii, aralarında rejim tarafından dayatılan Batıcı hayat tarzına tepki duyduğu için başını örten kadınlar olduğunu da hatırlamak gerekiyor. O dönemde her türlü kültürel ve ekonomik yolla propagandası yapılan ideal kadının, Şahbanu Farah’ın varlığında tecessüm ettiği varsayılırdı ki yüreği olan her insanı isyana sevk edebilecek bir kandırmacaydı.
Şüphesiz miting meydanlarına dökülen bütün kadınlar başörtülü değildi. Dindar kadınların tamamı da başlarındaki örtünün anlamını aynı kelimelerle tanımlamayabilirdi. Ama o yıllarda Kanadalı gazeteci Carlsen, İran izlenimlerini yazdığı Cennetin ve Cehennemin İçine Bir Yolculuk kitabında hepsini bir araya getiren cümleyi kurmuştu: ‘‘Elbise, yükseklerde bir yere bağlılığın ifadesidir.’’
İran Devrimi, İslam Dünyası’yla Batı modernitesi arasında sert bir karşılaşmanın yaşandığı bir olaydı. Üstelik sömürgecilik yaralarıyla beraber İslamcıların yüz yıl boyunca kendi geçmişleriyle hesaplaşmasının da ivme kazandırdığı bir devrim gerçekleşiyordu. Pek çok konuda olduğu gibi kadın meseleleri alanında da Asrı Saadet’ten sonra bir gerileme yaşandığı fikri hakimdi, Ali Şeriati, Murtaza Mutaharri, Azem Talegani ve Zeynep Burucerdi mahlasıyla devrim günlerini anlatan şair, ressam Zehra Rahneverd gibi devrimciler arasında. Devrim günlerini göremeyen Şeriati, Hüseyniye İrşad’ta verdiği konferanslarda, modernizm eleştirisinde olduğu gibi kadın meseleleri alanındaki eleştirileriyle de her kesim ve her yaştan geniş bir nüfusu bu devrime zihnen hazırlamıştı.
Başörtüsü modernistlerin öne sürdüğü gibi gerici değil değerli, ilerici bir sembol olarak benimseniyordu şehirli kadınlar tarafından. Ekonomik ve kültürel sömürüye itirazın yanı sıra, insanın insana kulluğunu meşrulaştırmak için dini araçsallaştıran veya tanınmaz hale getiren sistemlere karşı da özgürce bir seçimdi, bu benimsemenin kaynağı.
Kadınlar aldatıldıklarını mı düşündü ya da zaman içerisinde devrim/ciler mi değişti?
Devrimin şiarları ‘’İstiklal, Azadi (Özgürlük), İslam Cumhuriyeti’’ydi. Devrimden birkaç yıl geçtikten sonra, Irak’ın açtığı savaş ve terör olaylarına bağlı sebepler yüzünden ‘özgürlük’ şiarı paranteze alınmaya başladı. Pek çok İslami konuda olduğu gibi tesettür konusunda da ideal olana uymayan yozlaşmayla, kimliksizlikle, Batıcılıkla suçlanıyordu. İdeal başörtü tarifi, vaazlarla ve afişlerle her yerdeydi artık. Resmî kurumların girişinde yahut mağaza ve lokantaların kapılarında olsun, bir tür formaya dönüşen ‘‘magne’’ diye adlandırılan başörtüsünü örtmeyen kadınların içeri giremeyeceği belirtiliyordu.
Sokaklarda tesettür devriyeleri kadınları hicaba aykırı giyim kuşamları nedeniyle uyarmaya başladığında, başörtüsü, yukarıda sözünü ettiğim, tesettürü devrim günlerinde benimsemiş kadın kesimleri arasında cazibesini yitirmeye başladı. Ferzane isimli İslamcı bir çizgiye sahip bir dergi çıkartan Mahbube Abbasguluzade, 2000’lerin başında Hollanda’da yapılan bir workshop’ta anlatmıştı: Devrim gerçekleştiğinde o da çarşaf giyen kadınlara katılmıştı. Fakat sonraki birkaç yıl içinde kocasıyla anlaşmazlığa düşüp de boşanmak istediğinde, hukuk sisteminin kendisini fazlasıyla göz ardı ettiği gerçeğiyle karşı karşıya gelmişti.
Kısaca şöyle özetlenebilir mesele: Şeriati ve Mutaharri gibi devrimcilerin yer almadığı, genç devrimcilerin önemli bir kısmının savaş cephelerine yöneldiği, Ayetullah Beheşti ve Ali Recai gibi devrimcilerin de terör nedeniyle sahadan eksildiği bir dönemde hukuk sistemine, devrimin öncüsü Ayetullah Humeyni tarafından bile ‘taş kafalı’ diye adlandırılan mollalar hâkim olmuştu. Humeyni sağlığında, artık devrim gerçekleştiğine göre kadınların eve dönmesini talep eden, filmlerde kadın oyuncuların yer almasına karşı çıkan bu mollalara karşı çıkmıştı; ancak kamusal alanda başörtüsü mecburiyetine onay verdiği anlaşılıyor.
Devrim anlarında özgürlük şiarıyla bütünleşen başörtüsü, ‘‘rıza’’ gereğinin dışlandığı yıllarda sıradan memurların kaba ve hoyrat muamelelerinin yanı sıra, yüksek düzeyde görevlilerin araçsallaştırması yüzünden de yavaş yavaş ‘’bedhicabi’’ denilen kötü tesettür olgusuna yerini bıraktı. Devrimin özgürlük şiarına yabancılaşması nispetinde, tesettür devriyelerinin bakış açısı ve söylemlerine terk edilen ideal tesettür tanımının karşılığı da silikleşti kamusal alanda. Öyle ki artık ya kötü tesettür vardı ya da geçmişte muhafazakar ve geleneksel kadınlar tarafından kullanılan siyah veya desenli çarşaf (çador) türleri. Uzun yıllar boyunca, özellikle yaz mevsimi yaklaşırken devlet kıyafet genelgeleri yayımlayarak kadınları uyarmayı sürdürdü. Aslında ‘’bedhicabi’’nin bu genelgelerle ortadan kaldırılamayacağının farkındaydı yöneticiler her zaman, bana göre; ancak, hicap devrimin kazanımlarından biri olarak görüldüğünden, yasak savma kabilinden sürdürüldü bu genelgeler. Başörtüsü “son kale” algısıyla konuşuluyordu hep. Oysa, tersine, kitlelerin rızasını hafife alırken zevk ve eğilimleri biçimci bir şekilde kısıtlayan, genç kızların ve kadınların gururunu inciten müdahaleler yüzünden başörtüsünün devrim günlerinde kazandığı anlam giderek uzak bir hatıraya dönüşüyordu.
Gençlerden sıklıkla şu itirazları duyabilirdiniz: “Neden yolsuzluk, yoksulluk, hayat pahalılığı ve bağımılık gibi ciddi meselelerden çok daha fazla gündemde tutuluyor kadınların başörtüsü? Memlekette her şey gerektiği gibi İslamilik kazandı da bir kadınların başörtüsü mü kaldı?” Bu itirazlar, resmi söylemlerin kadınların bedeninin metalaşmasının karşısında bir yerde tanımladığı dayatılmış bir formaya yöneliyor; ayrıca muteriz (itiraz eden) kadınların çoğunun böylelikle kapitalizm tarafından metalaştırılmış bir beden/hayat tarzı savunusu yaptığı öne sürülemez.
Türkiye’de de yıllarca başörtüsüyle ilgili tam tersi yönde eylemler yapıldı. İki ülkeyi ve kadınların eylemlerini kıyaslayabilir misiniz?
İran’da 1979’da gerçekleşen bir devrimle birlikte Şah döneminde yürürlükte olan tesettür yasağı yerini kamusal alanda başörtüsü mecburiyetine bıraktı. Türkiye’de öğrencilerin direnişiyle neredeyse elli yıl süren bir yasak 2010’larda büyük ölçüde ortadan kalktı.
Bir bakıma kaçınılmaz bir siyaset dili ve kamusal alan sorgulaması içeren elli yıllık dönem, Müslüman toplumlarda bir istisna teşkil ediyor. Hayat her zaman haklı çıkar. Her iki ülkede de dini sembolleri hedef alan, böylelikle de kamusal bir ayrımcılığı ayakta tutan bir yasak karşısında mütedeyyin kesimler, ileride onları iktidara taşıyacak bir potansiyeli geliştirdiler. Türkiye’de 1999’da gerçekleşen “El Ele Zinciri” eylemi, başörtülü öğrencilerin direniş yıllarında güç kazanan İslami bilincin tezahürlerinden biri. Çeşitli kesimlerden aydınlar ve aktivistlerin de destek verdiği başörtüsü direnişi yıllarında öğrenciler, farklı toplumsal sorunların oluşturduğu ötekileştirme yaralarını fark ettiler. Bu süreç başörtülü kadınlar için, kadın meseleleri başta olmak üzere geniş bir toplumsal hassasiyet kazanmanın sahası da oldu.
Türkiye’de genç kızların ve kadınların başörtüsüne yönelimi ‘‘özgürlük’’ ilkesiyle birlikte gerçekleşti. İran’da olduğu gibi Türkiye’de de direnişe konu olan başörtüsünü farklı ve cazip kılan, yine, özgürlük ilkesidir. Bu ilkenin geri çekilmesi veya iptali durumunda başörtüsü de taşıyan açısından bir giysi parçasından öte geçmeyen bir anlam ifade etmeye başlıyor. Badiou’nun bir tespiti geliyor aklıma burada: “İyi, ancak dünyayı iyi kılmaya heves etmediği sürece iyidir, bir hakikatin gücünün her mutlaklaştırılması bir kötülük üretir.”
İran’daki kadın hareketini takip edebiliyor musunuz; kadınların itiraz ettiği konular Türkiye’deki kadın hareketiyle benzer mi yoksa başörtüsüne hayır eylemlerindeki gibi tersten bir paralellik mi var?
Türkiye’de de son yıllarda kimi genç kızlar ve kadınlar başlarını açıyorlar. Bunun bazı sebeplerini Nihayet dergisinde “Başörtüsünü Açmak” başlığı altında ele almıştım. İran’daki baş açma sebeplerine değindim yukarıda, tabii ki eksik bıraktığım hususlar vardır.
İran’da rejime karşı yönelen bir itiraz oldu başörtüsünü açmak, ki zaten başta diken gibi hissedilen bir örtünün de gençlerin hidayetine vesile olduğu iddia edilemez; İslamiyat dergisinde 22 yıl önce yayımlanan İran’da Siyah Yorgunluğu başlıklı yazımda geniş bir şekilde anlatmıştım. Türkiye’de ise kimi başörtülü gençler muhtemelen başlarındaki örtü nedeniyle hükümetin beğenilmeyen icraatlarının sorumlusu tutulmanın rahatsızlığı içindeler. Tabii yanı sıra birçok farklı etkenden de söz edebiliriz. Elli yıllık başörtüsü mücadelesi büyük bir hikayeydi. Kimi genç kızlar annelerinin ‘büyük hikaye’’sinde kaybolma hissine kapıldılar belki de…
İslamiyat yazınızda İran’da hukuk alanında mevcut karmaşanın kadınlar için oluşturduğu zorlukları da konu ediniyordunuz…
İran Devrimi yasaklı kadınlara kamusal alanın kapılarını açtı. Sınırlı bir çevrede yaşayan kırsal kesim kadınlarına da eğitim ve meslek edinme alanlarında bir güven kazandırdı. Yakınlarındaki erkekler dini bir onay almış kurumlar konusunda iç rahatlığına sahip oldukları için de kariyerlerini geliştirme yolları açılmıştı. Hatta, pek çok kadın eskiden ailelerinin onay vermeyeceği sinema faaliyetlerine yönelebildi. Ziba Mirhüseyni bir yazısında, kadınların hukuk alanında 80’lerde yaşadığı zorlukların ardından, 90’larda hayatın olağan akışına ters ve zulme sebebiyet veren konularda hukuk sisteminde sessiz sedasız bir uzlaşma alanı oluştuğundan söz eder. Reformistler o yıllarda devrimden eksilen ‘özgürlük’ şiarını geri kazandırmaya çalıştılar; ne var ki kurumlara hâkim olan gelenekselcilerin müdahalesiyle 2000’lerde reformist hareket bastırıldı, siyasal platformlarda adı daha önce hiç duyulmamış olan Ahmedinejad’ın dönemi başladı. “Yeşil Hareket” de dış güçlerle ilişkilendirilerek tasfiye edildi. Bu hareketin lideri Mir Hüseyin Musavi, 2009’dan bu yana ev hapsinde.
Hukuk konusuna gelince, açmazlar henüz ortadan kaldırılmış değil. Geleneksel fıkıh hayatın dramları karşısında yetersiz kalıyor yer yer. Tersi de doğru: Hayatın coşkulu akışı tıpkı 90’larda olduğu gibi yeni uzlaşma alanlarına zorluyor yöneticileri. Kadınlar mevcut yapı içinde aile ve mesleki yaşantılarıyla ilgili sorunları aşmak için büyük çaba göstermek zorunda. Tehmine Milani, Rahşan Beni İtimat, Mahnaz Mohammadi gibi yönetmenler ülkelerindeki, birçoğunu farklı ülkelerde yaşayan kadınların da paylaştığı zorlukları etkileyici bir dille filme döküyor. Özellikle genç kuşak İslamiliğin adalette değil de zahirde sergilendiği, bir örtbas kılıfı, bir kapatma aracı halinde süren başörtüsü uygulamalarından yorulmuş durumda.