Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Cumhur İttifakı ortakları MHP ve BBP liderleri ile birlikte katıldığı ve partisinin 2023 vizyon belgesini açıkladığı program, dün (28 Ekim) Ankara’da gerçekleşti.
Programın elbette en çok konuşulan tarafı, AK Parti ve Erdoğan’ı zaman zaman eleştirdikleri için yıllardır programlara çağırılmayan bazı gazetecilerin bu etkinliğe davet edilmiş olmalarıydı.
İsmail Küçükkaya, Fatih Portakal, Nevşin Mengü, İsmail Saymaz, Özlem Gürses, Çiğdem Toker gibi isimler belki de ilk kez Erdoğan’ın bir programına davet ediliyordu. Bu da gerek kamuoyunda, gerek adı geçen gazetecilerde bir şaşkınlık yaratmıştı.
Ne yapmalılardı? Daveti kabul edip programa katılmalılar mıydı, yoksa protesto edip reddetmeliler miydi?
Gazetecilerin bu programa katılması gerektiğini savunanlar, gazetecilik mesleği gereği davet edildikleri yerlere gitmeleri ve işlerini yapmaları gerektiğini söyleyenlerdi. Onlara göre gazeteci kiminle olursa olsun görüşmeliydi. Gazetecilerin katılmamalarını savunanlar ise, üstü kapalı bir şekilde, karşılarında otoriter eğilimleri son safhaya ulaşmış, diktatörlüğe yakın bir sistem inşa etmiş bir lider olduğunu, onun 2023 seçimleri için reklam olarak kullanmak üzere böyle bir davette bulunduğunu ve buna figüran olunmaması gerektiğini savunuyordu.
Kamuoyundan hep birlikte takip ettiğimiz üzere, davet edilen gazetecilerin bir kısmı etkinliğe katıldı, bir kısmı katılmayacağını açıkladı ve hattâ bazıları da kafa karışıklıklarını gidermek için muhalefet liderlerinden canlı yayında icazet aldı.
Bu tartışma bana, 1909 yılının başında Yıldız Sarayı’nda Padişah II. Abdülhamit’in Meclis-i Mebusan mensuplarına verdiği ziyafeti hatırlattı.
Serpil Çalışlar Ekici’nin titiz bir çalışma sonucu hazırladığı, II. Meşrutiyet döneminde yayınlanan sol-liberal diyebileceğimiz Serbesti gazetesinin bugüne ulaşan nüshalarının günümüz Türkçesine uyarlanarak basıldığı kitap sayesinde (Hasan Fehmi ve Serbesti Gazetesi, Kopernik, 2022) Saraydaki bu ziyafet daveti hakkındaki tartışmalardan bilgi sahibiyiz.
23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in üzerinden henüz altı ay geçmişti. Uzun bir istibdat döneminden çıkılan günlerde II. Abdülhamit tarafından verilen bu ziyafete mebusların katılıp katılmaması, tıpkı bugün gazeteciler konusunda olduğu gibi tartışılıyordu.
Dönemin en etkili gazetelerinden, Abdülhamit’e olduğu kadar İttihat ve Terakki’ye olan muhalefeti ile tanınan Serbesti’de 2 Ocak 1909 tarihinde imzasız şekilde yayınlanan bir makalede, ziyafetle ilgili şu ifadeler yer almaktaydı:
“Bütün mebuslar, önceki gün kısmen saray ahırından ve kısmen hazine-i hassadan kiralanmış arabalara binerek, padişah sarayına, padişah davetine icabet ederek ziyafete gitmişlerdi. Padişah sarayının önünde mebuslara, bir bölük asker tarafından resmi selam yapılmış, saray kapısından, merasim dairesinin sonuna kadar olan mesafe içinde heyet, hürmetle saf bağlamış olan Osmanlı askeri arasından geçmiş, daire önünde protokol memurları kendilerini karşılamışlar ve doğruca alt kat odalarına alarak kendilerine sigaralar, kahveler ikram edilerek ağırlanmışlardır.”
Bu kısımdan da anlaşılacağı üzere, aslında Abdülhamit de tıpkı bugün Erdoğan’ın yaptığı gibi yıllar boyunca engel olduğu, düşman bellediği kişilerle uzlaşma yoluna gitmiş, en azından öyle bir algı yaratmak istemiş ve bir ‘açılım’ yapmıştı.
Peki bu açılım o dönem nasıl karşılanmıştı? Serbesti gazetesindeki makaleden devam edelim:
“Öncelikle bütün mebuslar heyetinin padişah tarafından verilen ziyafete gitmeleri uygun mudur? Biz, otuz senelik istibdat devrinin, yadigâr olarak hürriyet devrine terk ettiği saray ziyafetlerine; kime keşide edilmiş olursa olsun, pek büyük bir hoşgörüyle bakamıyoruz. Gönül başka türlü büyüklükler beklerdi. Millet hakimiyetinin esası, sözle değil, fiiliyatta belirlendikten sonra, hükümet kuvvetinin üyeleri olan padişahla mebuslar heyeti, birbirlerine ziyafet verirler ve ancak o zaman arada kesin samimiyet kurulurdu.”
“Sofrada yerler alınmadan önce, mızıka tarafından Hamidi Marşı çalınırken ayakta durarak dinlenir ve tekrarlanarak söylenen ‘padişahım çok yaşa’ duanamesi göklere kadar yükselir. Yemeğin devam ettiği süre içinde, bir hatırnazlık işareti olarak “Hürriyet Vatan ve Mebusan” marşı çalındıysa da ayakta dinlenilemedi. (…) Padişahın nutku, doğrusu başından sonuna kadar mükemmel, hele ‘Mebus efendiler, şurasını biliniz ki saltanatın, devletin ve memleketin hukukunun bekçisi önce Allah sonra da millet, Meclis-i Mebusan millettir” cümlesi, hakimiyetin padişahtan millete devir teslimi demek olduğundan, takdire cidden yaraşır. Yalnız bunu fiilen de görme bahtiyarlığını Tanrı’dan dileriz.”
“Bundan sonrası ‘sağlık’ demekten başka çare olmadığından, mebusların saat gece 4 sularında arabalarına binerek döndüklerini de söyleyerek yazıya son verelim…”
5 gün sonra, 7 Ocak 1909’da yayınlanan gazetenin 51. sayısında ise; Meclis-i Mebusan üyeleri arasından padişahın davetine katılmayan dört kişinin ismi şu ifadelerle anılıyor:
“Mebuslara teklif edilen Padişahın ziyafetinde hazır bulunmamış olan dört mebusun isimleri yayınlandı. Hatırda tutmaya layıktır. Gitmeyenler; İsmail Kemal Bey, Ebu-z Ziya Tevfik Bey, Zohrab Efendi, Hallaçyan Efendilermiş. İki yüz kişiyi aşan bir kalabalık içinde, özellikle kırk günlük kara kış mevsiminde, dört ‘keyifsiz’ bulunabilir, çok görülmez, fakat bu keyifsizliğin, halkla ilgili önemli işlere vakıf olma konusunda, nispeten seçkin olanlara musallat olması, dikkate değer ve incelenmelidir.”
“Karanlıkta bir kurtuluşa çıkış kapısı aramakla meşgulüz.. Rehberlere olan ihtiyacımız şiddetlidir. Rehber olduklarını anlatmaya çalışanlar eksik değilse de gayretlerine, şimdilik, kimsenin kulak verdiği yoktur. Bunun için şu dört kişi, derin araştırmaya uygundur…”
II. Abdülhamit, mebuslara verdiği bu ziyafetten ve onlara yaptığı övgü dolu konuşmalardan yalnızca dört ay sonra, 13 Nisan 1909’da başlayan ve tarihe 31 Mart ayaklanması olarak geçen kalkışma sonucunda tahttan indirildi ve yerine İttihatçıların desteği ile V. Mehmed Reşad geçti…