Ki Do-soon, 60 yaşında, kendisinden çok genç bir Çinli göçmen kadınla evli. “Klas” bir hayat biçimine meraklı, pahalı saatler, üzerinde adının soyadının baş harflerinin olduğu özel eşyalar… Genç eşi Song Seo-rae’nin vücudunda da dövme olarak var aynı baş harfler.
Dağcılığa da meraklı. Bir gün, çok yüksek bir kayalıktan düşerek ölüyor. Üç ihtimal var: Kaza, intihar, cinayet…
Jang Hae-joon, 40’lı yaşlarda, cinayet masasında polis. Uzunca bir süredir evli olduğu eşi ile ayrı şehirlerde yaşıyor, fazlasıyla mantıklı bir ilişkileri var. Bir araya geldiklerinde adam karısına güzel yemekler yapıyor falan ama birbirlerinden ruhen de uzak oldukları bir evlilik bu. Uzaklığa rağmen, aksini düşünmeye üşendikleri için, her şey mevcut rutinde giderse, biteviye devam edebilecek bir ilişki. Aradaki şefkat bile biraz kitabî. Ama kim uğraşacak şimdi gerçek bir ilişki kurmakla!
Hae-joon sürekli uykusuzluk çekiyor. Uykusuzluktan gözleri kuruyor, araba kullanırken kazalar atlatıyor. Uykusuzluk çekenlerin çok iyi bildiği, o “ne uyanık ne de uyuyan” hâlde yaşıyor. Bilinç ile bilinç dışının karıştığı yerde hayat biraz daha ürkütücü.
Uyuyamadığından nöbet tutuyor geceleri. Kafasında ve evinin geniş bir duvarında çözemediği ya da çözdüğü ama pek de emin olamadığı cinayet vakalarının fotografları asılı duruyor. Yer yer korkunç detaylar… Alışmış. Aklı hep cinayetlerde, başka şeyler pek ilgisini çekmiyor.
Ki Do-soo’nun genç karısı Song Seo-rae, ölüm haberini alınca pek şaşırmıyor. Ayrıca şaşırmış gibi de yapmıyor.
Jang Hae-joon polis arkadaşına soruyor: “Aynı durumda karım şoke olur muydu acaba? ‘Biliyordum’ derdi. ‘Bu yüzden bir polisle evlenmek istememiştim.’”
Vakaları çok yönlü düşünmeye kendini kaptırmış biri olarak devam ediyor: “Keder bazılarını azgın bir dalga gibi sararken, bazılarının içinde sudaki mürekkep gibi yavaş yavaş yayılır.”
Jang Hae-joon “olağan şüpheli” Song Seo-rae’nin evini izlemeye başlıyor. Tabii başlangıçta ölümün bir cinayet olma ihtimali için. Bakalım neler yapıyor evde tek başınayken? Nasıl bir hayat var karşısında? Ne yer ne içer? Kısa sürede bu uzak imaj onda merak uyandırıyor. Sonra bildiğimiz bir şey devreye giriyor: Merak, yakınlaşma ve tanıma isteğini beraberinde getiriyor. Samimi bir ilgiyle birisini öğrenmeye çalışırsak, karşımızdakinin de hayata bakışında az çok içtenlik, dolayısıyla tutarlılık varsa, istisnalar dışında, onunla yakınlaşmak isteriz. Ya da tersinden söylersek, merak duymamızın sebebi zaten bu içtenlikle ilgili aldığımız ufak tefek mesajlardır. Ama bizim polis memuru fazla mı düşüyor bu “empati kurma” işine acaba? “Ben” bitiyor, “biz” başlıyor. Polis, bir mesajla Çinli kadının evinde bitiyor, ona yakın olmak, onu anlamak isteğiyle dopdolu.
Soruşturma derinleştikçe, polis ile Çinli kadının ilişkisi çetrefilleşiyor. Genç kadının geçmişi aralandıkça gerçeklik duygusu artıyor ama bu gerçekliğin hiç de temiz olmadığı ortaya çıkıyor. Kimin geçmişi pirüpak ki?
“Öldürmek sigara içmek gibidir. Sadece ilk seferi zordur.”
Kafadaki tam olarak çözümlenmemiş her türlü şey uyku kaçırır. Kafanın gereksiz ve hiç çözülemeyecek şeylerle dolu olması bir süre sonra bir kısır döngüye sebep olur. Uyuyamadıkça daha çok dolar kafa, daha çok doldukça hiç uyuyamaz olursunuz. Song Seo-rae bu konuyu biliyor. Bir eylem insanı olarak polisin evinde bir uyku operasyonu (!) başlatıyor. Kocaman panodaki vaka fotograflarının önemli bir kısmını ortadan kaldırıyor. Jang Hae-joon’un uyumasına yetecek bir yer açmaya çalışıyor. Üstüne bir de “ABD donanmasının bulduğu” ve kendisinin geliştirdiği yöntemle gözlerini kapatıyorlar, birlikte nefes alıyorlar, denizin içinde hiçbir duygu hissetmeyen bir denizanası oluyorlar. Polis mışıl mışıl bir uykuya dalıyor, onca zamandır ilk defa. Bilen bilir, bu çok büyük bir hediyedir. Çinli kızın uykusuzluk hakkında kurduğu empatiden ve gösterdiği çabadan anlıyoruz onun da bizim polisi sevdiğini.
“Daha en başında aynı türde insanlar olduğumuzu anladım.”
Film artık bir cinayet filmi değildir sadece. Aynı zamanda, hem de daha büyük ölçüde, bir tutku filmi hâlini almıştır. İçiçe geçmiş çok sayıda hikâye artık hem cinayet hem de tutkulu bir ilişki hakkında fikirler vermektedir. Bu arada “tutku” deyince aklınıza Batı filmlerinin cinsellik hakkındaki düz ve kaba takıntısı gelmesin. Bu “tutku” gayet Doğulu, gayet incelikli bir takıntıya sebep oluyor. Film, adını da bu karşılıklı saplantı ilişkisinden dolayı alıyor: Tuhaf bir karakter olan ikinci kocası ile niye evlendiğini sorar Çinli kadına Hae-joon. “Başka birinden ‘ayrılma kararı’nı verebilmek için” diye cevap verir Song Seo-rae. Başka birinin bizim polis olduğunun dile getirilmesine gerek yoktur kuşkusuz. Birinden ayrılmak zorsa, başka birine tutunmaya çalışarak bunu yapmak da saçma olduğu kadar çok baş vurulan bir yöntemdir ayrıca.
“Beni sevdiğini söylediğin an aşkın bitti. Ve aşkının bittiği an, benimki başladı.”
Song Seo-rae kimdir? Jang Hae-joon ile aynı dünyanın insanı mıdır? Bir cinayet zanlısı ile bir polis, dahası herhangi iki insan, aynı dünyanın insanı olabilir mi? Peki, uyuyabildiği zamanlarda bile saatte 47 kez uyandığı tespit edilmiş olan bitkin polis Jang Hae-joon “Ki Do-soo vakası”nı ve sonraki vakaları çözebilecek midir? Herhangi bir vakanın tam olarak çözülmesi mümkün müdür? Çözülememiş hâlde kafamızda devam eden vakaları nereye koyacağız? Hangi hakikat bizi çözüm hissine yaklaştırır? Tek bir şeyin bile hakikî olması hayatımızı nerelere götürür?
Sorular bitmez. Gerçek hayatta da öyle. Tabii düşünmekten korkmuyorsanız…
Güney Kore’nin en ilginç yönetmenlerinden Park Chan-wook’un 2022 yapımı 139 dakikalık “drama, suç, gizem, romantik, gerilim” filmi “Ayrılma Kararı” (Heojil Kyolshim) Cannes’da “en iyi yönetmen” ödülünü aldı. Birçok festivalde ödüller almaya devam ediyor. Akademi ödüllerinde Güney Kore’nin “yabancı film” kategorisindeki aday adaylarından. Diğer aday adaylarının tamamını bile izlemeden (!) bunu söylemek doğru değil ama, eğer bu uzun Uzak Doğu filmlerine ödül vermekten sıkılmadılarsa, bu kategoride Oscar’ı da alır bence.
Fazlasıyla mesnetsiz bu iddiamın, tahmin edilebileceği gibi, gayet subjektif nedenleri var. Birincisi, iyi Güney Kore filmleri ya da daha genel olarak Uzak Doğu filmleri kültürel ön yargılardan ve sinemaya Batı’dan bakmamızdan dolayı önce çok sağlam bir başka dünya havası yaratıyor. Filmin içine girdikçe o başka dünyanın aslında o kadar da başka olmadığını, anlatılanın ortak dünyamız olduğunu görüyoruz. İşte bu aşamada, ortak dünyamızın olan bitenin gözümüze sokulmadan o sakin dille anlatılmasına hayran kalıyoruz. İzleyicinin sağ duyusuna güveniyor iyi Uzak Doğulu yönetmenler. Bir de insanın diğer insanları anlama merakının hayatın merkezinde durduğu ve kişisel olanın büyüleyici olduğu konularında ısrarlılar.
“Ayrılma Kararı” bir yandan gayet Koreli bir film, bir yandan da klasiklere, özellikle de Hitchcock filmlerine, bilhassa “Vertigo”ya göz kırpıyor birçok sahnede. Filme eşlik eden müzik, Çinli kadının evinin gözetlenmesi, gözetlenen kadın ile gözetleyen polisin takıntılı ilişkileri, yükseklik korkusu sahneleri, evlerin damlarında polisin suçluları yakalamaya çalıştığı sahneler… Filmin yönetmeni de Hitchcock hayranlığını ve sonradan da olsa bu sahnelerin Hitchcock filmlerine fazlasıyla benzediğini anladığını açıkça ifade ediyor. Biz seyirciler için de bu paralellikleri görebilmek için yeniden “Vertigo” izleme bahanesi çıkıyor ortaya… Bence bu fırsat da kaçmaz.
Geçen yılın Oscar ödüllü filmi “Drive My Car” da benzer sebeplerle güzeldi. Ama Uzak Doğu kültürünün kaçınılmaz yazgısı bu coğrafyanın filmleri için de geçerli. Seven çok seviyor, sevmeyen katlanmakta güçlük çekiyor. Benim yerim belli. İyi bir Uzak Doğu filmi izlemek, tam her şeyin tahmin edilebilir olduğunu düşünürken, sürpriz bir derinlik ile karşılaşmak gibi geliyor bana. Beyaz perdenin ışığı da doğudan bir başka yükseliyor.