6 Şubat 2023 ülkemizin tarihinde bir yas günü olarak hatırlanacak. Merkezleri Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri olan 7.8 ve 7.6 şiddetindeki iki bağımsız deprem, Adıyaman’dan Hatay’a toplam 10 ili içerisine alan geniş bir coğrafyada onbinlerce insanın ölümüne yol açtı. Geride kalan insanlara travma yaşatan, uzun süre normal hayata dönemeyecekleri şekilde etkileyen çok büyük bir afet yaşandı.
Doğal afetler insanların kendilerini en fazla çaresiz hissettikleri korkunç anlardır. Kendileri kurtulsalar bile yakınları göçük altında kalan, seslerini duysa bile onlara ulaşamayan insanların dayanılmaz çaresizliğinin ve derin acziyetin güçlü bir öfkeye neden olması doğaldır. Öfkenin kendisini ifade etmek için bir hedefe yönelmesi ise kaçınılmazdır. Şayet toplumun geniş kesiminin sağduyu duvarına çarpmazsa, bu tür hadiselerin oluşturduğu öfke, sistematik bir provokasyonla bir nefrete dönüşerek toplumun en zayıf unsurlarını kendisine hedef alabiliyor.
Doğal afetler ve özellikle etki alanının genişliği ve tahribat gücü nedeniyle depremler, devlet-toplum ilişkileri ve sosyal etkileri nedeniyle sosyal bilimlerin de ilgi alanına girmektedir. Sosyal bilimler ve bilhassa Siyaset Bilimi, depremlerin siyasi yansımalarını ve etkilerini güncel ve tarihsel örneklerden hareketle tartışıyorlar. Siyaset Bilimi hangi tür rejimlerin hem depreme hazırlık, hem de deprem sonrasındaki performans beceresi anlamında daha avantajlı olduklarına dair bir dizi ipucu sunuyor. Bu alanda devlet gücü kavramı artık devletin toplumuna karşı kullandığı güç anlamında değil, devletin fonksiyonlarını icra etmedeki becerisi ve etkinliği anlamında kullanılıyor. Sivil toplumun zayıf olduğu değil, bilakis güçlü olduğu siyasal örgütlenmelerin deprem gibi afetlerin sonuçlarıyla başetmede daha etkin olacağına dair kavramlar da literatürde tartışılıyor. Afetlerin sonuçlarıyla başetme safhasında yönetim acziyeti sergilenmesinin kalıcı siyasi sonuçlar doğurduğu da bir vakıa. Örneğin 1992 yılında meydana gelen ve 5.9 şiddetinde olsa bile çok sayıda ölüme neden olan Kahire Depremi sonrasında Hüsnü Mübarek rejiminin sergilediği acziyet ve yönetim beceriksizliğine karşı sivil toplum örgütlerinin çok başarılı ve organize bir şekilde mobilize olabilmeleri, bu ülkenin sonraki tarihini etkileyen önemli bir olaydı. Bizde de 1999 Gölcük Depremi felaketinde, zamanın gazete manşetlerine de yansıdığı gibi, varlığını o ana kadar her fırsatta hissettirmiş devletin kendisine ihtiyaç duyulduğu bir anda performans konusunda sergilediği acziyetin, sonraki siyasi süreci doğrudan etkilediği bir sır değil.
Yine Siyaset Bilimi, doğal afetlerin etnik gruplar arasındaki gerilimi ve çatışmaları artırabileceğine dair uyarılar sunuyor. Her ne kadar doğal afetlerin ortaya çıkardığı dayanışma ve yardımlaşma atmosferinin ülkeler arasındaki husumeti azaltması ve ülke içindeki sosyal gerilimleri azaltması mümkün olsa da, özellikle ekonomik kriz dönemlerine denk gelen afetlerin, yabancı düşmanlığı ve sosyal fay hatlarından beslenen komplo teorilerinin çok hoşlandığı ortamlar oldukları bir gerçek. Araştırmacılar özellikle yardımların organize edilmesi ve kaynakların dağıtımı konusunda yaşanan sıkıntıların çatışma ortamına doğrudan katkı yaptığını tespit ediyor. 1999 Kolombiya, 1986 El Salvador ve 2005 Keşmir depremleri gibi afetlerin, mevcut olumsuz ekonomik şartlarla birleştiğinde, çatışma ve iç savaş ortamına doğrudan katkı yapan sonuçlar ürettiğini tespit ediliyor.
Depremlerin ortaya çıkarabileceği olumsuz siyasi etkileri ve toplumsal riskleri tarihten ve başka ülkelerden örneklerle daha somut bir şekilde anlayabiliriz. Japon siyaset tarihini çalışanları dehşete düşüren olaylardan biri de Tokyo’yu harabeye çeviren ve Yokohama’yı tamamen yok eden 1923 Büyük Kantō Depremi’dir. Bu deprem, 20. yüzyılın en büyük, en fazla ölüme ve tahribata neden olan doğal afetlerinden biriydi ve Japonya’da derin ve kalıcı bir kültürel etki bıraktı. Öyle ki 1 Eylül günü Japon ulusal kimliğinde kalıcı bir yer edindi ve 1960’ta Japonya çapında deprem tatbikatlarının düzenlendiği doğal afetlere hazırlık günü olarak kabul edildi.
Almanya’nın aksine, Birinci Dünya Savaşı sonrasına İngiltere ile kurduğu ittifakı devam ettirerek savaşmadan savaş galibi olarak giren Japonya, hızla Batılılaşan, zenginleşen ve modern hayatın konforuna alışan olan bir ülkeydi. Ülkenin Asya’daki yayılmacılığını artırma arzusundaki memnuniyetsiz ve hırslı militarist grupların ve yeraltı örgütlerinin varlığına rağmen, siyasi atmosfere tartışmasız bir şekilde liberalizm ve demokrasi ağırlığını koymuştu. Başkent Tokyo’da hayat dinamik ekonomik kalkınmanın getirdiği olağanüstü bir meşguliyet içindeyken, 30 kilometre ötede Tokyo Körfezi’ne bakan, canlı ve çok güzel bir liman şehri olan Yokohama, şehri mütemadiyen ziyaret eden ipek tacirlerinin ve yolcu gemilerinin taşıdığı kozmopolit kültürel atmosferiyle adeta bir Avrupa şehri kimliğine bürünmüştü. 1 Eylül 1923’te öğle vakti meydana gelen 7.9 şiddetindeki deprem bu iki şehirdeki ev ve binaları büyük oranda yıktı. Deprem ve sonrasında meydana gelen yangınlar ve tetiklediği tsunami nedeniyle 140 bin insan hayatını kaybetti. Ülkedeki faşist gruplar bu felaketi demokratik ortamın yok edilmesi için bir fırsat olarak gördü. Başbakan Katō Tomosaburō’nun depremden sadece 6 gün önce hayatını kaybetmesinin oluşturduğu yönetim boşluğu da onlara bu fırsatı kullanmalarını kolaylaştırdı.
Depremin hemen sonrasında, Japonya’nın 1905 yılından itibaren sömürgesi haline getirdiği Kore Yarımadası’ndan gelen göçmenlerin su kuyularını zehirleyerek ve yangınlar çıkararak daha fazla insanın ölümüne yol açtığı söylentisi yayıldı. Bunu, Korelilerin Japon hükümetine karşı bir ayaklanma planladığı söylentisi izledi. Aşırı milliyetçilerin propagandasına göre Japonya Koreli azınlığın işgal tehdidi ile karşı karşıyaydı. Silahlı militarist çeteler Yokohama ve Tokyo’nun yıkıntıları arasında dolaşarak ve yollarda barikatlar kurarak Koreli avına çıktı. Bazı tahminlere göre bu saldırılarda 6,000’e yakın göçmen hayatını yitirdi. Aynı zamanda güvenlik güçlerine sızan militaristler de Japon sol hareketlerini ve işçi sendikası liderlerini karşılıklık çıkarma suçlamasıyla hedef aldı. Gözaltına alınan çok sayıda sendika lideri mahkemeye çıkarılmadan güvenlik güçleri tarafından öldürüldü.
Deprem, ortaya çıkardığı göç dalgasıyla ve tetiklediği milliyetçilik ve yabancı düşmanlığıyla, etkileri çok uzun süre devam eden artçı sosyal ve siyasal sarsıntılar meydana getirdi. Bu açıdan 1923 depremi, Japon siyaset tarihinde, demokrasiden militarizme geçiş açısından çok kritik bir dönüm noktası olarak kabul edilir. İlerleyen yıllar Japon siyasetinde liberal siyasetçilerle militaristler arasındaki mücadele ile geçti. 1932 yılında liberal başbakan Inukai Tsuyoshi’nin uğradığı suikast sonucu öldürülmesiyle siyasi iktidar artık tamamıyla militaristlerin kontrolüne girdi. İlerleyen yıllarda dünya ve bölgedeki olaylar faşizmi Japonya’da iktidara taşıdı; militarist rejim ülkesini, çok büyük acılar yaşatan bir savaşa sürükledi. Savaş sonrasında Japonya demokrasiye yeniden döndü ve savaş yıkımından bir ekonomik ve siyasi başarı hikâyesi yazdı. Savaş sonrasında Japonya tarih boyunca ülkeye büyük yıkımlar getiren depremlerle etkin bir şekilde mücadele edebilen bir altyapıyı oluşturabildi.
Türkiye’de deprem sonrasında meydana gelen üzücü yağmalama ve hırsızlık olaylarından dolayı sığınmacıların suçlandığına ve hedef haline getirildiğine dair haberleri okuyunca tam 100 yıl önce, çok uzaktaki bir ülkede meydana gelen bu depremi hatırladım. 1923 Kanto Depremi bir doğal afetin büyük bir siyasi değişimi tetikleyebileceğini ortaya koyuyor. Bugün bizde de çok büyük bir doğal felaketin meydana getirdiği psikolojik ve sosyal tahribatı tamir etme çabaları devam ederken, iç barışın titizlikle korunması gerekliliği de ortada. Hiçbir şekilde inanç ya da köken farkı gözetmeyerek canla başla çalışan ve çok sayıda sığınmacıyı da enkaz altından çıkaran kurtarma ekiplerinin çabaları her türlü takdirin üzerindeydi. Ancak depremden sağ kurtulan bir Suriyeli sığınmacının konuşmayarak kendisini gizleme gereği hissetmesi, maalesef bu insanların bilincinde yer etmiş bir güvensizlik algısını ortaya koyuyor. Bu algının haklı ya da haksız olduğunu sorgulamak yerine bizatihi algıya odaklanmak ve bunun üzücü olduğunu kabul etmek gerekir. Bir seçim ortamında seçim kampanyaları ve parti programlarına da yansıdığı kadarıyla, bu insanların ülkeden nasıl geri gönderilecekleri üzerinden siyaset yapılıyor.
Kurtarılan Suriye kökenli insanlara dair haberlerin altına yazılan anonim ırkçı mesajlar, deprem öncesinde oluşturulan yabancı düşmanı söylemlerin beslediği bu korkunun tamamen temelsiz olmadığını da ortaya koyuyor. Sığınmacı karşıtlığını ve yabancı düşmanlığını kendileri için bir oy potansiyeline dönüştürme heveslisi siyasetçiler, deprem ortamında dahi sığınmacılara yönelik aslı olmayan iftiralarla hedef göstermelerini sürdürdüler. Sosyal medyada ülkenin kendi vatandaşları dahi, “ülkene dön arap” tarzındaki ırkçı hakaretlerin muhatabı haline geldiler. Daha da vahimi deprem mağduru olmayan grupların deprem bölgesine giderek, Suriyeli ve Afgan sığınmacı ve göçmenlere karşı katliam çağrısı yapan sloganlar attıkları görüldü. Bu görüntüler, anonim hesaplar tarafından sosyal medya ortamında paylaşılarak geniş bir kitleye ulaştırılmaya çalışıldı. Sığınmacı ve yabancılara karşı kullanılan olumsuz söylemler çok güçlü bir tepkiyi hak ediyor ve çok şükür ki bu tepki büyük ölçüde verildi. Şüphesiz ki halkın sağduyusu ve merhamet duyguları, bu felaketten nefret üretmeye yönelik çabalara karşı en büyük teminat.
Her topluluk içerisinde olduğu gibi, ülkelerinde yaşanan iç savaş ortamı nedeniyle ülkemize sığınanlar arasında da suçluların ve kriminal eğilimlere sahip insanların varlığı inkâr edilemez. Ancak bir grubun küçük bir azınlık olmaktan öteye gitmeyen bu kişiler nedeniyle, topyekûn yargılamaya tâbi tutulmasının ve ötekileştirilmesinin literatürde ırkçılıktan başka ismi bulunmuyor. Üstelik depremzede bir toplumu, kendileri gibi deprem mağduru olan sığınmacılara karşı onların en zayıf ve çaresiz oldukları bir anda kışkırtmak, açık ve tehlikeli bir siyasi suistimaldir.
Pandemi süreci, dünya üzerindeki siyasi sınırların tabiat olayları karşısındaki anlamsızlığını bize öğretmişti. Yaşanan son deprem felaketi de sınırın ötesinde, Suriye’de binlerce insanın ölümüne yol açtı. Deprem sınır tanımadığı gibi kimi enkaz altında bırakacağına karar verirken kimlik kartına da bakmıyor. Bu nedenle ırkçılık illetine uygun ortam oluşturacak ve ciddi siyasi sonuçları tetikleyecek davranışlara karşı duyarlılığımızı toplum ve devlet olarak koruyarak bu felaketin meydana getireceği olumsuz sosyal etkileri önleyebiliriz. Aksi takdirde bir yangını çıkarmak için tek bir kibrit çöpünün yeterli olacağı gibi, bugün marjinal ve önemsiz görülen provokasyonların oluşturacağı tahribatın etki alanı da sadece deprem bölgesiyle sınırlı kalmayacaktır.
Tarih bize ırkçılığın bir defa yumurtasından çıktığında nasıl karşı konulamaz bir canavara dönüştüğünü, nasıl büyük felaketlere yol açtığını gösteriyor. Çare, demokratik kurumların etkin bir şekilde görevini yapması, kışkırtmalara malzeme teşkil edecek uygulamalardan kaçınılması ve mağdur insanların sorunlarının hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulmasından geçiyor. Bütün bunların yanısıra devletin kendi insanıyla empati kurup psikolojik bağını güçlü tutması, evrensel insan hakları ve hukuk ilkeleri çerçevesinde kamusal güvenliği temin etmesi büyük önem taşıyor.
*Prof. Dr. Hasan Kösebalaban, Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü