Çiğdem Mater’in Bianet’te yayımlanan “Birinci Yıl Muhasebesi” başlıklı yazısı:
Bu satırları tutukluluğumuzun birinci yılından bir gün önce, Osman Bey’in iki bininci tutukluluk gününde, seçimlere 20 gün kalmışken bir 24 Nisan günü yazıyorum, 23 Nisan’ın ertesinde. Bir paragrafta memleket tarihi! (Okuma parçası önerisi: 23,5 Nisan, Hrant Dink)
Tamam, çıktım memleketin bitmek bilmez tarihsel ve politik kuyusundan. Kendi küçük evrenimden bildiriyorum, Bakırköy Kadın Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu’ndan. Bir yılda neler oldu, neler yaşadık, bu “kapalılık” halinden anlatacak neler var diye oturdum masaya. Dışarıyı boşveriyorum, siz zaten “aşırı yüklenmeden” infilak aşamasındasınız, farkındayım. Size azıcık, hiç bilmediğiniz (ve umarım hiç öğrenmeyeceğiniz) “cezaevi”ni anlatayım istiyorum, çünkü neden olmasın?
Memleket malûm, cezaevi yazını mânâsında, maşallah epeyce zengin. Herkes, her dönem, hemen hemen yazmış. Eh, şu günleri de eksik kalmasın “hapishane yazını”nın.
Bu, aslında benim bir yılda neler öğrendiğimin, neleri kaçırıp neleri özlediğimin saçma, tuhaf ve aşırı kişisel özeti.
Bir yıl oldu, en iyi öğrendiğim şu oldu: okumak ve yazmak, kapatılmayla başetmenin en şahane yolu. Telefondu, televizyondu, internetti, herhangi bir “dış uyaran” olmadığında, o “nostaljisini” yaptığımız, “ah eskiden ne güzel okurduk” günlerine dönmek, neyse ki çok kolay oluyormuş, tecrübeyle sabit. İlk zamanlar günde 200-300 sayfa falan okurken, zaman ilerledikçe, 500’leri, 600’leri buluyorsunuz, ben mesela geçende 1.600 sayfalık Monte Cristo Kontu’nu iki günde okudum, mis gibi. Okuma ritmi şahane oturuyor anlayacağınız. Arada “ya çıkınca, bunca okuyacak vaktim olmayacak” diye hayıflandığım doğrudur (çıkamadı).
Okumak, kapalı olunca, yanında yazmayı getiriyormuş meğer. Bunu öğrendim. Hayatta cesaret edemeyeceğin şeyleri yazmaya başlıyor insan, çünkü neden olmasın? Yaz gitsin, tutan mı var? Bir şey çıkar, çıkmaz, birine okutursun, okutmazsın, hiç önemli değil yaz gitsin. Olmadı kendin okursun, ne olacak!
Okuyorsun, yazıyorsun, izliyorsun. Bunca zamandır, hadi kabul edelim, biraz kibirle reddettiğim anaakımın kurbanı olayım! Her geceye bir dizi, bazı gecelere iki! Beklenmedik sürprizleri de oluyor hayatın. Kızılcık Şerbeti’ni mesela, biz hapishanedekiler hepinizden önce keşfettik çünkü anaakım izliyoruz! Haftalarca her gelen, gidene “izleyin” dedim, her mektupta “kaçırmayın” dedim! Dedim de dedim, sonunda Nursema, RTÜK sağolsun, “hak ettiği değeri” buldu!
Hapishanede, mecburen, yemek düşünüyorsun. Hem yapacak fazla işin olmadığından hem de mutfak imkânlar dahilinde elinden geleni yapsa da, imkânları çok kıt olduğundan. Haliyle, mesela benim gibi, yemeyi seven ama yapmakla pek de ilgisi olmayan biri için bile, zihin sürekli neyden ne yapabilirim diye çalışmaya başlıyor. Yani gerçekten, şu bir yılda, 40 yıl düşünsem aklıma gelmeyecek şeyler uydurdum yemek mânâsında. Geçende konserve sardalyayı üzerine yağ dökülmüş peçeteyi yakmak suretiyle kızarttım, öyle diyeyim, siz anlayın. Çılbır mı istersiniz, iskender mi, valla tuhaf biliyorum ama mümkün, oluyor yani, canım semaver, canım kettle… (Okuma parçası önerisi: Bir kettle nelere kadir?)
Burası, küçük evren dediğime bakmayın, epeyce kalabalık aslında. Bin küsur kadın… Her tanışma, o güne kadar varlığını bile hayal edemeyeceğiniz hayat hikâyelerini seriyor önünüze. İlk zamanlar, biraz da “burada olmanın” ilk şokuyla, “Kemalettin Tuğcu öyküleri de, Mahsun Kırmızıgül senaryoları da halt etmiş” diye yazmıştım. Gerçekten öyle. İnsan her gün başka bir kadının gerçek olmasına inanmak istemediği hikâyesiyle yüz yüze geliyor. Tanıştıkça ve konuştukça, aklımdaki “suç” ve “ceza” kavramları darmadağın oluyor. Bitmek bilmeyen bir sorgulamaya girişiyorsun. Her yeni “hayat” seni savcı, hakim ama en çok da avukat yapıyor. Kapalı olmanın çaresizliğine en çok o anlarda sinirleniyorsun. Edebiyattan, sinemadan bildiğiniz her şeyi unutun. Gerçek hayat çok sert, tahmin ettiğimden, tahayyül ettiğimden çok daha sert ve ne yazık ki, en azından, buradan görünen, çözümsüz.
Cezaevi, herkesin, olabildiğince “eşitlendiği” bir yer evet. Ama tabii eşitlik var, eşitlik var, saf değiliz o kadar. Dışarıdan çok farkı yok. Zamanında Bakırköy’de kalan bir kadının dediği gibi “ziyaretçin varsa ve haftada bir ‘kantin yapabiliyorsan’, senden güçlüsü yok.” Gerçekten de, tamamı “kantin ekonomisi” etrafında dönen bir ceza infaz sistemi, yanında da dilekçeleri bonus. Cezaevinde her şey ama her şey dilekçeyle ilerliyor; şurada yazdığım dilekçelerin kopyasını alsaydım, İstanbul Bienali’ne iş olurdu, öyle diyeyim. (Okuma önerisi: Dört Duvar Kadına Ne Yapar?, İpek Merçil & Seçil Doğuç)
Ben bu “ziyaretçin varsa ve kantin yapabiliyorsan”a bir de mektup ekliyorum. Yaş itibariyle mektuplaşmayı kenarından, köşesinden yakalayan kuşağım ben. Kapıda postacı falan beklemedik, 45 yaşa kısmetmiş, şimdi haftada iki cezaevi postası bekliyorum.:) Bu mektup meselesi ciddi, ciddi olduğu kadar da zor. Hem dışarıdan yazan için hem de içeriden. Dışarıdan “yazan”, anlaşılır ama tuhaf bir hisle ne yazacağını bilemiyor, hayattan bahsetse bir türlü, içeridekinin “canı çekebilir”, canını sıkan, kafasına takılanları yazsa, “eh zaten adam, kadın içeride, bir de bununla mı başını şişirecek” falan derken, ne yapacağını bilemiyor. Aslında, “içerideki” için dışarıdan gelen her türlü haber altın değerinde, zira “normali” anımsatıyor, artık normal her neyse… Ama bakmayın, “içerideki” için de yazmak kolay değil, karşı karşıya kaldığı rutin, insanı çıldırtacak bir rutin çünkü her gün bir diğerinin aynısı. Rutinin tek değişkeni kitaplar. Öyle olunca, “içeriden” yazan, kendini sürekli kitaplardan bahsederken buluyor, tahmin ve takdir edersiniz ki, bu bir noktadan sonra aşırı sıkıcı. Yani ben yazarken kendimden sıkılıyorum, okuyana yazık… Bunlar üst üste gelince, mektuplaşma zinciri kurmak çok kolay olmuyor, “dışarıdan” inatla zinciri devam ettirenlere minnettar olarak geçiriyorsun günleri, haftaları. Beklenmedik mektup arkadaşların oluyor, başka cezaevlerinden. Onlarla yazışmak, dışarıya nazaran daha kolay, “neden bahsettiğinizi” bildiğinizden… Kadın ve erkek cezaevleri arasında inanılmaz bir mektuplaşma trafiği var. Desenli mektup kağıtlarına yazılmış, çiçekli zarflara konmuş, içinde ille de cezaevi avlusunda çekilmiş fotoğrafların olduğu flört — ve yazışma devam ederse, aşk mektupları. Biz “medyatik” tutuklular olduğumuzdan bolca fotoğraflı, çiçekli, desenli kağıtlara yazılmış, fotoğraflı mektuplar aldığım doğrudur, yanıt vermek kısmet olmadı.
Cezaevinin en acayip taraflarından biri, insanın uyum kapasitesini görüp her an ama her an kendine şaşırması. Gündelik hayatta asla aklınıza gelmeyecek bazı şeylerin yokluğuna, ruhen de bedenen de saniyede alışıyorsunuz. Öyle telefondu, internetti falan değil söz ettiğim yokluk. Mesela tuvalet kağıdı… Bayağı bayağı temel şeylerden bahsediyorum! Evet, Bakırköy Kadın Cezaevi’nde tuvalet kağıdı yok. Ciddiyim. Peçete var sadece. Tuvalet kağıdı yok. Niye belli değil ama yok, başka cezaevlerinde var, burada yok. Mesela makas yok. Yani tabii makas olmamasının bir mânâsı var, kesici alet ama “yokluğuyla”, “vay arkadaş, insanın ne çok ihtiyacı oluyormuş makasa” dedirten bir objeymiş makas. Tuvalet kağıdı ve makas özlemek diye bir şey varmış hayatta. Bu makas meselesi ciddi, erkek cezaevlerinde berber varmış, erkekler sanırım 15 günde bir berbere gidebiliyormuş. Biz, Bakırköy’de bir yılda bir kere kuaför gördük, o kadar. Kadınlar ne yapıyor peki? Yaratıcılıkta sınır yok, tırnak makasıyla, hani şu çıtçıtlı olanlarla, saç kesiyorlar! Kaç saat sürüyor, nasıl beceriyorlar hiç bilmiyorum ama tırnak makasıyla gayet havalı kesilmiş saçlar gördüm valla maltada. Kapalılığın ortaya çıkardığı yaratıcılık gerçekten muazzam! Zaten memleket tarihine bakınca da kadınların hapishanede nasıl yaratıcı olduklarını görüyorsunuz. (Okuma önerisi: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal)
Kadın-erkek cezaevlerindeki farklar anlatmakla bitecek gibi değil, erkek cezaevinde haftada bir dışarıya çamaşır verilebiliyor mesela ama Bakırköy’de ayda bir! (Bu çok büyük mesele, burada çamaşır yıkamanın zorluğu tarifsiz.) Kıyafetler sayı sınırı olduğu için de, sürekli bir matematik hesabı… Kitaplar mesela, dışarıdan iki ayda bir yedi kitap alabiliyoruz biz, diğer cezaevlerinde ritim çok daha sık. Yedi kitap burada çerez gibi, en fazla 10 günde bitiyor, öyle düşünün, sonrasında cezaevi kütüphanesiyle yetinmek durumundasınız.
Baştan aşağı tuhaf ve saçma kurulmuş sistemde, kendinize “alanlar” yaratıp bir hayat kuruyorsunuz. Aslında hapiste olmanın kısa özeti bence bu. Hayatta karşılaşacağınızı, tanışacağınızı, konuşacağınızı, arkadaş olacağınızı asla hayal edemeyeceğiniz insanlar hayatınızın parçası haline geliyor, tuhaf bir his ama kabul etmeli, çok öğretici. Yani tabii şart mıydı böyle bir eğitim süreci, değildi o ayrı ama oldu işte. 🙂 “Hayatta kalma becerilerini geliştirme süreci” diye bakabiliriz mesela!
Peki en çok neyi özledim? Yani tabii milyon tane şey özledim ama en çok koltuk özledim! Bildiğiniz koltuk. Kanepe olur, berjer olur, fark etmez, koltuk olsun yeter. İnsanın bir yıldır kolçaklı, beyaz, plastik sandalyede oturması hakikaten olacak iş değil. Çok saçma geliyor kulağa, değil mi? Tuvalet kağıdı ve koltuk… Memleket ne kadar saçmaysa, burası da bundan azade değil. Haliyle saçma, haliyle tuhaf!