Ülkece 14 Mayıs’a kilitlendik… Ne ki, yakın geçmişin muhasebesi yapılmadan bu kilitlenme, bir yoğunlaşma halinden bir donuklaşma haline dönüşebilir. Özellikle son iki ayın muhasebesini yapmak, bu son düzlükten salimen çıkma imkanına katkı sunacaktı.
Önce “Aday kim olsun?” tartışması yapılmıştı ama bu tartışma esasında “aday Kılıçdaroğlu olsun mu olmasın mı?” tartışmasıydı. Muhalefet içerisinden bir blok açıkça Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını istemiyordu ve bu isteksizliklerini şu sebeplerle meşrulaştırılıyordu: Kazanacak bir profili yok, yaşlı, asri tabirle “boomer” vs. İmaj ve karizma üzerinden yapılan bu apolitik okumalarla, Erdoğan karşısına kendiliğinden karizmatik bir rakip çıkartılmak isteniyordu.
Bir yerlerde, hareket eden, karizmatik ve karizmatik olduğundan her halükârda kazanacak biri var ve haliyle biz de onu aday göstermeliyiz. Söz konusu muhalif blok politikadan kaçıp, propaganda stratejileri üretme zahmetine girmeden ve en önemlisi politik bir vizyon vadetmeden, ülke yönetimine karizması, havası, duruşu ve retoriği ile namzet olma kolaycılığını talep ediyordu. Fakat karizmanın ve imajın efsunlu bir aura olmadığı, dolayısıyla “karizma” denilen şeyin inşa edilen bir algı olduğu bilincindeki Türkiye muhalefetinin diğer bloğu, tüm apolitik itirazlara rağmen hedefledikleri Türkiye için politika yapmayı tercih ederek Kılıçdaroğlu’nu aday gösterdi.
Aday gösterildiğinden bu yana Kılıçdaroğlu’nun “kazanacak aday” olmadığına işaret eden her özellik, propaganda ile değişerek Kılıçdaroğlu’nun hanesine artı bir olarak yazıldı.
Kılıçdaroğlu’nun mahallenin bıçkın delikanlısı gibi davranmaması bir problem olarak görülüyordu. Fakat an itibarıyla Kılıçdaroğlu’nun mutedil propaganda tarzının ülke için ne kadar zaruri olduğu konusunda farkındalık oluştu ve farklı bir propaganda ve politik tarz imkanının varlığı Türkiye kamuoyuna gösterildi. Kürtler ve Kürt siyasi hareketi ile kurduğu ünsiyet, iktidarın negatif propaganda alanını aşarak kitlesel ve görkemli bir desteğe dönüştü. Yine Alevi oluşu üzerinden yapılan negatif propaganda alanı aşılarak kimlik siyaseti yerine demokratik vatandaşlık kalkış noktası haline getirildi. Kılıçdaroğlu bu ivmeyi yakalamak için Kürtlere bir açılım vaadi vermedi; veyahut Alevilerin problemleri ile ilgili bir inisiyatif almadı. İvme ve kitlesel heyecan, Kılıçdaroğlu’nun, iktidar tarafından kurulan popülist-milliyetçi alanı terk etmesiyle sağlandı. Bu alanın terkiyle, gergin milliyetçi öfori halinden çıkılarak da Türkiye’de politika yapılabildiği gösterildi. Olan şey, iktidarın popülist-milliyetçi ideolojisinin yarattığı meşru temsiller alanının aşılarak yeniden politika imkanının sağlanmasıdır.
Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs seçimlerindeki rakibi Erdoğan’ın propaganda stratejisi ise oldukça farklı bir şekilde inşa edildi. Erdoğan tarafında iki sütun üzerine kurulu bir propaganda alanı mevcut. İlki, Erdoğan’ın zihin dünyasından irticalen çıkan beyanlar ve bu beyanların Erdoğan çevresindeki türevleri. İkinci ise ilkinden çok da bağımsız düşünemeyeceğimiz silah sanayii üzerinden yaptığı hamasi retorik.
Erdoğan, “kazanacak aday” olmayı karizması dolayısıyla en çok hak eden aday olma payesiyle, Giresun mitinginde halka şöyle seslendi: “ Giresun dün Pontus çetelerine bu vatan topraklarını dar etmişti. İnanıyorum ki Giresun, bugün de Kandil’in şakşakçılarına, FETÖ’nün haşhaşilerine vatan topraklarını dar edecek. Ben biliyorum, sizler ne soğana ne patatese evelallah liderinizi kurban etmezsiniz.”
Bu ifadelerden anlıyoruz ki, metin yazarları ve Erdoğan “karizmatik bir lider” olmanın gereğini şöyle idrak etmişler: Cümleye tarihi bir anlatı üzerinden sağ ve milliyetçi retorikle başlamak. Akabinde siyasi rakipleri ile terör örgütleri arasında bir özdeşlik kurmak. Ve son olarak kendi varlığının halkın ekonomik koşullarına öncelenmesini temenni etmek.
Konya’da yaptığı toplu açılış töreninde ise şunları söyleyerek devam etti: “Şimdi bay bay Kemal’in yanındakilerle beraber bunlar emri nereden alıyor? Kandil’deki teröristlerden alıyor. Biz de emri Allah’tan alıyoruz.”
İçerik olarak Giresun’da dediklerinden pek de farkı olmayan bu açıklamada Erdoğan, ek olarak, daha önce “dini, ezanı, bayrağı olmayan teröristler” olarak nitelendirdikleri ile Allah’tan emir alanlar yani inananlar arasında bir rekabet kurarak, meseleyi teolojik bir zemine getirdi. Erdoğan’ın sadece seçim propagandası değil, son on yıllık politika ve söylem alanı, bu iki alıntının anlam dünyasının sınırlılıkları içerisindedir. Kurgulanmış tarihi bir anlatı; bu kurgudan mülhem, kadim düşmanların günümüz türevleri ve onlara karşı mücadele edenler şeklinde ayrılmış bir toplum… Bu ayrımın kaba bir ilahi anlatıyla kutsanması ve son olarak bu mukaddes savaşımın hak tarafını şahsında mündemiç hale getirmiş kişi için, yoksulluk, sefalet ve gerekirse ölüme razı olunması talebi… Dolayısıyla Erdoğan’ın seçim arifesinde bu söylemleri coşkuyla sarf etmesinin sebebi farklı bir propaganda imkânı keşfetmiş olması değil, irticalen konuşmasıdır. Karşı karşıya olduğumuz durum, gayet tipik bir tarihsel durumdur.
Erdoğan’ın diğer bir propaganda alanı olan silah sanayii ile ilgili anlatılar, yukarıda anlattığım söylem alanının içerisindedir. Silah sanayii üzerinden yapılan propaganda, soyut tarihi anlatıların kitlelerin tüketimine açılması için somutlaştırılması zaruretinden doğan bir hükümet programıdır. Bu yüzden Erdoğan ve idaresi, kitlesini bir program dahilinde; bayram ziyareti veya mezarlık ziyareti yapar gibi top, tüfek, drone ziyaretleri yapmaya çağırmaktadır.
Bu ziyaretler, ziyareti yapan kişilere toplumsal bir statü kazandırmaktadır. Silahları ziyaret etmek, savaş aletleri ile pozlar vermek, popülist-milliyetçi söylemin etkisi altındaki kitlelerin yerlilik ve millilik retoriği namına gerçekleştirdikleri bir aidiyet ritüelidir.
Erdoğan ve idaresi, ülkeyi soktukları bu halin imkanları dahilinde propaganda yapmaktadır. Dolayısıyla yapabilecekleri tek şey, silah panayırını her zamanki tarihinden seçimin on beş gün öncesine çekmek, liman liman gemi gezdirmek veya aynı popülist retorik dahilinde araba dolaştırmaktır. Tüm gösterilere rağmen somutlaşamayan bu soyut propaganda, halka kemirmesi için tarihi hikayeler, kadim düşmanlıklar, savaş gemileri, insansız savaş araçları ve en önemlisi Erdoğan’ı vadetmektedir. Özellikle bunlarla idare etmeye alışkın olduğu kesimlerden gelen hak, özgürlük, iş, aş yani nesnel bir politika talebi de ivedilikle “nankörlükle” suçlanarak, popülizmle örülmüş bu yapı bir arada tutulmaya devam edilecektir. Erdoğan’ın seçimler için özel bir propaganda imkânı ve kabiliyeti kalmamıştır. Seçimlere kadar sadece bu anlatıları hızlandırıp sürekli hale getirmekten başka seçeneği yoktur.
Sonuç olarak seçimler, seçim dönemlerinde yapılan propaganda ve sunulan politik program ile kazanılır veya kaybedilir. Kendiliğinden seçim kazanılmaz. Karizma ve imaj, kişinin özsel olarak sahip olduğu bir özellik değildir. Milliyetçiliğin egemen hale getirildiği bir toplumsal vasatta milliyetçi naralar atmak, esip gürlemek bir karizma getirebilir. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın milliyetçi bitirim tavırlarını kaale almayarak Erdoğan’ın karizmatik bulunduğu kamu haricinde başka ve talepkâr bir kamunun imkanını var etmiştir. Bu da, uğruna her türlü yoksulluğun çekilmesinin meşru sayıldığı popülist-milliyetçi toplumsal vasattan gerçek ve somut problemlerin çözümü adına politika yapılan bir toplumsal vasatı olanaklı kılmaktadır.
Mustafa Erdem Yavuz, 2001 yılında Trabzon, Çaykara’da doğmuştur. Liseyi Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesinde okuduktan sonra, İstanbul Üniversitesi’nde hukuk eğitimine başlamıştır. Hukuk ikinci sınıf öğrencisi olarak öğrenim hayatını sürdürmektedir.