Aliya’ya özlem duyan çok insanımız var. Çünkü, bizim muhafazakârlığımızda ve dini yaşantımızda olmayan birşeyleri hatırlatıyor. Büyüklüğün tevazudan geçtiğini, sorgusuz sualsiz itaatin ruhun ölümü demek olduğunu anlatıyor. İnsanın özgürlüğünün mesuliyetle olan ilişkisini gösteriyor.
Gururdan ve kibirden uzakta, gösterişsiz ama onurlu, yoksul ama varlıklı, basit ama nitelikli bir dünyanın olabileceğini hissettiriyor. Hayatın yaşanmaya değer oluşunun sırrını ifşa ediyor. Üzerimizde, insanın anlamını ve gerçek değerini sezdiren bir etki bırakıyor.
Ona güçlü duygularla sahip çıkarak eksiklerimizin bir kısmını kapatmayı ve onunla aynı davaya inanmanın haklı gururuna ulaşmayı umuyoruz. Her özleyişimizle birlikte ondan yardım da diliyoruz aslında; öyle olamadığımız, düşündüklerimizi yaşayamadığımız, söylediklerimizi yapamadığımız ve inandıklarımızı harekete dönüştüremediğimiz için…şekilci bir ahlakla yaşamaktan içten içe çürüdüğümüzü hissettiğimiz, dünya karşısında kendimizi onun kadar emin ve kendine güvenli bulamadığımız için.
Onun büyüklüğünden kendimize pay çıkarmayı çok istiyoruz. Sadece zaman olarak değil dünyayı görme ve yaşama biçimimizle uzaklaştıkça ona olan özlemimiz artıyor. Anlamsız boş gururumuz bu defa ‘daha çok’ ve ‘en çok’ özlemek üzerinden bir hiyerarşi kurarak kendine pay çıkarmayı sürdürüyor.
Bu biraz da devlet adamlarında bilgeliğe, en zor zamanlarda dahi düşmanına aynı silahlarla karşılık vermeyecek denli yüce ruhların önderliğine ve bir kelimeyle isyanla ahlakın, bilgelikle inancın olgunlukla vücut bularak özgürce eyleme geçmiş haline duyduğumuz özlemdir.
Kendimizi değerli hissetme ihtiyacının, sonsuzluğa erişme arzusuyla dolu oluşumuzun ifadesidir. Her türlü haksızlığa ve adaletsizliğe isyan etmek istesek de bunu yapabilecek gücü kendimizde bulamayışımızın, düşündüklerimizle yaptıklarımız arasındaki kapatılamaz mesafe karşısında duyduğumuz hüzne karşın suyun akışına kendimizi bırakmaktan başka çaremiz olamayışının kendini affettirme çabasıdır.
Zulme zulümle karşılık vermeyen; dini, kafalarda ya da kitaplarda değil insanın ve hayatın içinde yaşanır bir ilkeler bütünü olarak gören bir hareket adamına olan arzudur. Küçüklüklerimizden, ufak çıkar hesaplarımızı ustalıkla örttüğümüz siyasetimizden ve kaybettiğimiz sonsuzluk düşüncesinin yerine koyduğumuz tutarsızlıklarımızdan sıyrılamamanın teselli arayışıdır.
***
Aliya İzzetbegoviç, nam-ı diğer ‘bilge-kral’ şüphesiz büyük bir şahsiyetti ve o nedenle de her yıl aynı büyüklükte bir saygıyla anılmayı fazlasıyla hakediyor. Yalnızca Müslüman coğrafyada değil dünyanın her yerinde ve her kesimce anılmayı hakediyor ve de.
Vefatının üzerinden 14 yıl geçti ve geçen bu süre ülkemizin özellikle muhafazakâr kesiminde ona duyulan özlemi her geçen zaman arttırmış gözüküyor. Başkaca kesimlerden de onu okuyan ona değer veren hatırı sayılır bir kitle var elbette ama bu, denebilir ki daha düşünsel ve politik bir ilgi.
Onun Müslüman kimliği, İslam dininden hareket alan kurtuluş mücadelesi ve bağımsızlık düşüncesi, İslamcı siyasetin kolayca kendine mal edebileceği bir miras gibi gözüküyor. Bir kesim, onun büyüklüğünden kendi inanç ve değer sistemine büyük çıkarımlar yapma eğilimi gösteriyor ama işin aslı böyle mi gerçekten?
Aliya İzzetbegoviç gerçekte kimdi? Nasıl ve neden büyüktü? Onun din ve siyaset anlayışı nasıldı? Kendi toplumuyla ve kendinden olmayan dünyayla kurduğu ilişki nasıldı? Bütün bu soruların cevaplanması için Aliya’nın hayatı ve düşünce dünyasının derinlikli ve ayrıntılı çalışılmasına ihtiyaç var. Özlü sözlerinin ötesine geçen biyografilerine belki..
İşte ondan, çokça paylaşılan birkaç söz: ‘Biz de zalimlerden olursak zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz.’; ‘Her iktidar geçicidir ve herkes önce milletin , nihayet Allah’ın huzurunda hesap verecektir.’; ‘Hayat, inanan ve salih amel işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur…’; ‘Savaş ölünce değil düşmana benzeyince kaybedilir.’
Sözlerin ötesine geçip daha yakından baktığımızda görürüz ki Aliya İzzetbegoviç, düşünceyi eylem olarak gören bir anlayışa sahipti. Tito döneminin seküler anlayışına karşı çıkan, baskıcı ve zorlayıcı her türden dayatmaya karşı isyan etmeyi inancının ahlaki sonucu olarak gören bir bakış açısı vardı.
Ve asıl kritik olan, Aliya, Tito’nun seküler ve baskıcı sosyalizmine karşı ruhçu ya da hümanist, daha kapsayıcı, özgürlükçü, daha demokrat ve insani bir sosyalizm öneriyordu. Nasıl olacak da Marksist, seküler bir yönetim altında Müslüman kimliği korunabilecek sorusunun cevabını basitçe cevaplıyordu. Önerisindeki bu ruhu da İslam’da buluyordu. Belki sadece İslam’da demek değildi bu, başka toplumlar için pek çok başka kaynak söz konusu olabilirdi ama Bosnalılar için bunun ancak böyle olabileceğini düşünüyordu. İslam onun için Bosnalılar’ın kendi benliklerini bulma ve ruhlarına kavuşma kaynağıydı –siyasetinin varlık şartı değil.
Bosna’nın ve bütün balkanların tarihinde, inanç özgürlüğünün, çeşitliliğin ve gelişmiş bir adalet duygusunun hakim olduğu Osmanlı döneminin sırrını Kur’an’da buluyordu. Gerileyişin ve Batı karşısında her anlamda zayıf kalışın nedenini de o ruhtan kopuşta…
Bu nedenle, gençliğinden itibaren yapmaya çalıştığı ve hapis yatmasına neden olan şey, yeni bir ihya hareketine olan inancı (İlk çıkardıkları dergi ‘yeniden doğuş’ adını taşır) ve inandığını eyleme geçirmeye olan tutku derecesindeki bağlılığıydı. Bosna’nın ve Balkanlar’ın Avrupa’nın diğer yerlerine kıyasla geri kaldığını ve bunun nedeninin Osmanlı etkisi olduğunu düşünenlerin karşısına tam tersi bir tezle çıkıyordu.
Zannedildiği ya da iddia edildiği şekliyle Siyasal İslamcı değildi. İslam, hayata ruhunu veren güçlü bir kaynaktı ve hiçbir şey ondan bağımsız olamazdı ama onun dünyasında siyaset, İslami gerekliliklerin hayata geçirilmesi için bir araç değil –Yugoslavya şartlarında- ancak bu sayede onun ruhunun kaybedilmeyeceği, olmazsa olmaz bir hareket alanıydı.
Başka bir ifadeyle, siyasetine yöne veren ilkeler İslam’dan süzülüp gelmişti ve ama siyaset bu ilkelerin basitçe hayata geçirilme aracı değil onun üretildiği, içselleştirildiği ve siyasete dönüştürüldüğü düşünsel ve politik bir hareket alanıydı. Basit bir aracın çok ötesinde, insani olanın varlık bulduğu bir hareket alanı.
Aliya, batılıydı. İslam anlayışı ve politik önerileri de Batılıydı bu yüzden. Batı’nın büyüklüklerini de küçüklüklerini de iyi biliyor, onun içinde yaşıyordu. İslam’ın Doğu dünyasının çok üzerinde bir inanç sistemi olduğunu ileri sürüyordu. İslam dininin ve onun ‘sahiplenicileri’nin dünya karşısındaki konumundan son derece rahatsızdı.
Müslümanların kendi dinlerini anlamadıklarını, onu şekilci ve hayali bir tahayyülle gayri-medeni bir alana hapsettiklerini ve bu basit nedenle de hayatın ve insanın gerçek meselelerine cevap veremez hale geldiğini söylerken elbette sadece Bosnalılar’ı düşünmüyordu. Şekilci muhafazakârlıktan ve gösterişçi ahlaktan uzaktı.
Siyasal İslamcılığın, gerçekte İslam’ın dayanışmacı, özgürleştirici ve erdemli kılan özünün hayata geçirilememesi ve siyasal alanın dışına itilmesinin bir sonucu olduğunun farkındaydı. Öyle anlaşılmak istenmese de o bunun tam tersini yaptı.
Aliya, dünyanın en acımasız ve adaletsiz savaşlarından birinin lideri olarak ortaya çıksa da aslında Gandivari bir pasifistti. İnsanlara yönelik her türlü şiddetten ve suçtan nefret ederdi. Bizim Muhafazakâr İslamcıların düşündüklerinin çok ötesinde –kendi deyimiyle ‘Avrupa standartlarında’- demokrattı; farklı görüşleri ve yaşam biçimlerini, bir tehdit ya da yozlaşma olarak görmediği gibi siyasetin varlık bulumasında olmazsa olmaz bir tamamlayıcı olarak algılayan bir alt okuması vardı.
Müslümanların asıl gerileyişlerini kendinden olmayanlara karşı duydukları öfkeye, küçümsemeye ve gerçek anlamda etkileşime açık bir ilişki kuramaz hale gelmelerine bağlıyordu.
Ve dahası bunu, siyaset-dışı kalmakla açıklıyor ve Siyasal İslam’ı siyaset-dışı kalmanın, gerçek siyaset yapamamanın problemli bir dışavurumu olarak görüyordu.
Bugün Aliya bilgece sözleriyle anılıyor çünkü bu sözler, bizzat yaşanmış olmaktan kaynaklanan bir enerji taşıyor. Yeterince yakından ve yeterince bağsız bir bakış onun dünya görüşünde hiç de hoşumuza gitmeyecek yanlar taşıdığını ortaya koyuyor. Biraz da bu yüzden, ona olan aşırı ilgi biraz da mirasını kimselere kaptırmama telaşı olarak gözüküyor.
Vaktiyle bu topraklarda da Aliya’nın savunduklarına çok benzer görüşler ileri sürenler olmuş ve neredeyse bir taşlanmadıkları kalmıştı. Bu insanlar, bugün, kahramanlara çokça ihtiyaç duyulmasına rağmen sahip çıkılmakta zorlanılan bir miras bıraktılar çünkü içimizden olduklarından, kolaylıkla kapatamayacağımız Aliyacı fikirlere sahiptiler.
Aliya’nın sözlerine değil bu sözleri ortaya çıkaran düşünsel, kültürel ve tarihsel arka plana bakmak gerekir yoksa onun hep uzak durduğu bir şekilcilik, ruhlarımızı altüst etmeye devam edecek demektir.