Geçen yazıda “Erdoğan hazır kendini çok güçlü hissediyorken neden ‘cömert, şefkatli yönetici’ imajına oynamıyor?” sorusuna, “çünkü iktidarının bir aşamasında Makyavel’in öğrencisi oldu” gibi bir cevap vermiştim. Bu önermenin açılımı da şöyleydi:
“Bu sorunun cevabını bundan yüzyıllar önce ünlü İtalyan devlet adamı Makyavel vermişti. Makyavel, ünlü eseri Prens’te, iktidarla ahlakî ve dinî değerler arasında kurulan bağları reddetti, iktidarı kendi başına bir amaç olarak tarif etti. Ona göre bu amaç o kadar meşru idi ki, ona ulaşmak ve korumak için baş vurulacak bütün araçları da otomatik olarak meşru hale getiriyordu. Makyavel’e göre iktidar sahibinin kullanması meşru olan araçların başında da ‘korku’ geliyordu; yönetilenler ‘hükümdar’dan korkmalıydı… Yine Makyavel’e göre bir hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemsemeliydi.”
“Deniyor ki, Erdoğan, haksızlığı-hukuksuzluğu apaçık olan uygulamaları neden gözünü kırpmadan hayata geçiriyor, bunun kendisine yönelik adaletsizlik suçlamalarına zemin hazırlayacağını bile bile neden böyle davranıyor?
“Bu sorunun cevabı da Makyavel’de ve yukarıda aktardığım fikir ve önermelerinde: Erdoğan böyle yapıyor, çünkü amacı sempati toplamak değil korku salmak. Ve korku, hukuka uygun suçlama ve cezalandırmalarla sağlanamaz. ‘Hak eden’in cezalandırılması üzerinden korku salınamaz; ‘ne var canım, yasa açık, suç da işlenmiş işte’ denilir ve geçilir. Korku, ancak haksız hukuki uygulamalarla sağlanır.”
Peki Erdoğan, iktidarının hangi aşamasında “Makyavel’in öğrencisi” olmaya karar verdi? Bu da okumakta olduğunuz yazının konusu.
Erdoğan’ın kişiliği her zaman makyavelistti ama…
Makyavel, ‘negatif’ fikirleriyle o kadar güçlü bir etki yarattı ki, Makyavelizm terimi zamanla bir politikacı tipini tanımlamak için kullanılır oldu. Vikipedi’de anlatıldığı gibi:
“Makyavel’in fikirleri politik yazında olduğu gibi yaygın düşünüşte de giderek büsbütün olumsuz ve ilkesiz bir politik hırsın anlatımı olarak görüldü; Makyavelizm terimi bir düşünce sisteminden çok ‘amaç için her yolu mübah gören’ politikacının tutumunu anlatan suçlayıcı bir sıfat haline geldi. “
Yine Makyavelizm günümüzde “soğuk ve manipülatif davranışlar üzerine odaklanmış psikolojik özellik”lerin genel adı olarak da kullanılmaktadır.
Erdoğan, kişilik özelliği olarak her zaman Makyavelistti ama bu özelliğini yönetim biçimine yansıtması, yani siyasi bir kişilik olarak da Makyavelist olması, kariyerinin bir noktasından sonra ortaya çıktı. Geçen yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır; ben ‘dönüşüm’ün 2012-2013’ten itibaren başladığını düşünüyorum. O yazıyı okumayanlar için hatırlatayım:
“Erdoğan, iktidarının kritik bir aşamasında (2012-2013), algıladığı iktidar kaybı tehlikesi nedeniyle Makyavel’in öğrencisi olmaya karar verdi. (Yani, evet; bence Erdoğan ‘makyavelist’ kişiliğine uymasa da, iktidarının ilk yıllarında ülke içi ve dışı koşulların zorlamasıyla Makyavel’in önerdiğinin tersine hukuki meşruiyet düzlemini önemsedi, öyle yönetti.)”
Bu özetten sonra artık Erdoğan’ın “Makyavel’in öğrencisi olma” sürecinin safhalarını hatırlamaya başlayabiliriz…
Başlangıç: Hakan Fidan’ı ifadeye çağırma mı (2012), Gezi direnişi mi (2013)
Aslında ‘başlangıç’ için hiç düşünmeden 2013’teki iki gelişmeyi gösterirdim: Gezi direnişi ve 17-25 Aralık soruşturmaları. Fakat onlardan önce yaşanan “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması” (7 Şubat 2012) hakkında Erdoğan’ın sonradan yaptığı değerlendirme, onun bu olayı ilk iktidar kaybı tehlikesi olarak algıladığını gösteriyor:
“MİT müsteşarının ifadeye çağırılması, eğer ifadeyi verseydi, tutuklansaydı, arkasından hedefin kim olduğunu gayet iyi biliyorum. Ama kendisine söyledim, ‘Kesinlikle gitmeyeceksin’ dedim. ‘Yardımcılarını da göndermeyeceksin’ dedim. Polis gelir de seni almak isterse, ‘güvenlikçilere talimat var, içeri almayacaklar’ dedim.” (43. muhtarlar toplantısı, 11 Ocak 2018).
Bu sözler, Erdoğan’ın hukukla sınırlanmadan, sertlikle ve korkutarak yönetme arzusunu ateşleyen ilk olayın 2012 tarihli MİT krizi olabileceğini düşündürtüyor.
Tam bu noktada sorulabilir: İyi de, Gezi’den (Haziran 2013) ve özellikle de 17-25 Aralık’tan sonra gördüğümüz sertleşme neden MİT krizinden sonra yaşanmadı? Sanıyorum bunun nedenlerini cari güç ilişkilerinde ve iktidar anlayışında bir aşamadan öbürüne geçişte yaşanan tereddütlerde arayabiliriz.
Yani diyebiliriz ki Erdoğan 7 Şubat MİT krizi ile Gezi arasındaki yaklaşık bir buçuk yılı böyle geçirdi ve Gezi direnişiyle birlikte “Makyavel’in öğrencisi” olma yolunda ilk pratik adımlarını attı.
Fakat hiç şüphesiz “parlak öğrenci”lik kariyeri 17-25 Aralık’la başladı, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle birlikte de zirveye ulaştı.
Bu döneme daha yakından bakmak gerekir, çünkü Erdoğan bu olaylarla birlikte iktidar için seçim kazanmanın yetmeyebileceğine, seçimin iktidarı getirse de onu korumak için başka araçlar kullanmak gerektiğine kesin olarak inandı.
Erdoğan’ın “Makyavel’in öğrencisi” olma sürecini bir ölçüde kendi partisinin ve yürütme yetkisini birlikte paylaştığı arkadaşlarının rağmına başarıya ulaştırdığını da unutmamalıyız. Ali Babacan, Gezi olaylarında Erdoğan’ın nasıl yalnız kaldığını şöyle anlatmıştı:
“Erdoğan Gezi’de gözünü kararttı, durduramadık. İçeride ciddi mücadele verdik. Bakan olarak ne söylemişim kayıtlarda. Sadece ben değil bakanların neredeyse tamamı durduramadık. Erdoğan değişik bir psikolojiye girdi.”
Erdoğan, Babacan’ın sözünü ettiği “değişik psikoloji”nin yeni bir versiyonunu da 17-25 Aralık’tan ve bilhassa da 15 Temmuz darbe girişiminden sonra sergiledi: Adları 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasında geçen dört bakanın Yüce Divan’da yargılanması talebi, dönemin başbakanı Davutoğlu dahil iktidarda geniş bir destek bulmuştu. Başlangıçta Erdoğan’ın da yargılamadan yana bir tutum aldığı düşünülüyordu, o nedenle iktidar medyası da “yolsuzluk yapan bizden de olsa canını yakarız”ın reklamını yapıyordu ki, sahneye Erdoğan çıktı ve ‘hayır’ dedi. Akabinde Meclis’te yapılan oylamada Yüce Divan talebi reddedildi. Erdoğan o tarihi anda “yolsuz bakanları koruyan lider” olarak anılmak ile “adamlarını koruyamamış, taviz vermiş, güçsüz hükümdar” olarak anılmak arasında bir tercih yapmış ve birinciyi tercih etmiş olmalı.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Erdoğan 17-25 Aralık’taki kadar yalnız değildi; Gülen cemaati üyelerinin cezalandırılması hususunda iktidar dahil herkes hemfikirdi, fakat orada da başka bir itiraz zuhur etti: Cemaatin ‘dindar’ tabanıyla ‘darbeci’ tavanı arasında ayrım yapmak, herkesi aynı çuvala koymamak.
Ne var ki bu itiraz hiçbir sonuç getirmedi. Çünkü Erdoğan artık gerçek bir Makyavelciydi; cezalandırmalar ‘ibret olsun’cu bir anlayışla, ‘koy çuvala’ anlayışıyla yürütüldü, zamanla da “onlara su bile yok” aşamasına evrildi.
15 Temmuz’u izleyen yedi yıl boyunca Erdoğan bu hattan hiç sapmadı, iktidar amacı bütün araçları meşru kıldı.