Sosyal güvenlik uzmanı Özgür Erdursun 11 Eylül sabahı Sözcü TV’deki Para Politika programında birkaç gün önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisini aradığını, Kılıçdaroğlu’na çalışanlar ve emeklilerle ilgili çok radikal gelişmelerin olduğunu fakat muhalefetten olumlu olumsuz hiçbir tepkinin gelmediğini, buna da şaşırdığını söylediğini anlattı.
Bu yazıyı bu sözlerden aldığım ilhamla yazıyorum.
Serbestiyet’teki ‘Sanal Hafıza Sergisi” koleksiyonu -habercilik ölçüleriyle- şüphesiz ki parlak bir buluştu. İktidarın icraatındaki ve söylemindeki çelişkileri, tutarsızlıkları, ciddiyetsizliği sergileyen bu tarz takipler daha sonra ‘muhalif’ medyadaki çeşitli mecralarda da benimsendi, böylece yaygınlığı çok arttı. Ne var ki bu teşhirin iktidarı sorgulama, yıpratma gücünün ‘normal’ ülkelerdekinden çok daha az olduğunu görüyoruz. Peki, Türkiye’yi ‘anormal’ yapan ne?
Daha fazla ilerlemeden, buraya kadar yazdıklarımdan kalkarak bana sorulabilecek soruyu kendim sorayım: Türkiye’de politik teşhirin iktidarı sorgulama, yıpratma gücünün çok düşük olduğunu söylerken bütün toplumdan mı söz ediyorsunuz, yoksa sadece ‘ölsem de Erdoğan’ diyen iktidar destekçilerinden mi?
Cevabım: Tabii ki özellikle iktidar destekçilerinden söz ediyorum fakat ‘muhalif’ seçmenin de -umutsuzluk, alternatifsizlik, moralsizlik dolayımıyla- tümden bu anomalinin dışında olmadığını düşünüyorum.
Birkaç örnek
Öyle şeyler yaşandı ki, ‘normal’ bir ülkede bunların en azından iktidar hakkında ciddi kuşkular ve güvensizlikler, iktidarın bundan sonrasına dair ciddi bir inanç kaybı yaratması beklenirdi. Bunlar hiç olmuyor değil fakat sonuç yaratacak kadar olmuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın enflasyon konusundaki sözlerinden oluşturulmuş bir Sanal Hafıza’yı hatırlıyorum… Erdoğan videoda çeşitli tarihlerde enflasyonun ya ‘bu yıl’ ya ‘önümüzdeki aylarda’ düşeceğini söylüyor, bu olmayınca, onları unutup sonraki yıllarda aynı şeyleri tekrarlıyordu. Normal olarak böyle bir serinin bir aşamasında eski sözlerin hatırlanması ve yenisinin etkisini kırması beklenirdi. Fakat böyle olmuyor, “Onlar tutmamış olabilir, fakat bu, bu defa da tutmayacak anlamına gelmez” gibi bir hissiyat öbürüne galip geliyor.
İktidarın etkili ve önemli adamlarının büyük sözlerinin ve vaatlerinin zamanı geldiğinde nasıl tuz buz olduğunu da buna ekleyelim. Mesela Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 5 Haziran 2021’de yaptığı bir konuşma… Bakan, bir ay sonrasını tarif ediyor:
“Temmuz ayından itibaren benim ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak ki, öyle bir sıçrayacak ki, öyle bir büyüyecek ki. Etrafımızdaki Almanya’sı da, Fransa’sı da, İngiltere’si de, İtalya’sı da, hele o her şeye burnunu sokan Amerika’sı da çatlayacak, patlayacak. Hazır mıyız buna?” (Bu sözler bir mitingde dile getirilmiş. Video versiyonunda Soylu’yu dinleyenlerin ‘yaşa, varol’ tepkileri, benim bu yazıda anlatmak istediğim şeyi çok iyi somutluyor.)
Bu video 2023 Temmuz’unda yağan zamların ardından, yılı tutmasa da ‘Temmuz’ ortak paydası üzerinden “2023 yılının Temmuz ayında gelen zamların ardından Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 5 Haziran 2021’de yaptığı bir konuşması tekrar gündeme geldi” notuyla yeniden paylaşıldı. Peki somut bir etki yarattı mı? Hayır; tıpkı benzerleri gibi, suya yazıldı ve yazıldıktan hemen sonra silindi.
Ya da mesela Bakan Nebati’nin “Altı ay sonra gözlerinizi açtığınızda” vaadi… Gözümüzü yumup açtık ve bir felaketle karşılaştık, ne var ki o da sanki hiç söylenmemiş gibi “yaşandı bitti saygısızca…”
Siyasi alanda da neler neler yaşandı. “Bu can bu bedende oldukça” gibi çok güçlü bir sözün ardından, can-beden bütünlüğünde hiçbir değişiklik olmadığı halde verilen sözlerin tam tersi uygulamalara girişildi. Muhalif siyasetçiler ve muhalif medya bunları da döne döne tekrarladı fakat onlar da sadece zaten ölse de Erdoğan’a oy vermeyecek seçmenlerin sosyal medyadaki eğlence malzemesi olmaktan öteye geçemedi. Öbürleri “Siyaset böyle bir şey”, “Demek ki o zaman öyle gerekiyormuş”, “Reis’imizin bir bildiği vardır” gibi gerekçelerle unutuldu gitti.
Üç temel etken: Kültürel-duygusal boyutun öne çıkması, kutuplaşma, muhalif kurumsal siyasete inançsızlık
Ortaya çıkan bu anomalide başlıca üç temel etkenin rol oynadığını düşünüyorum: Siyasi saflaşmada kültürel-duygusal boyutun öne çıkması, kutuplaşma, muhalif kurumsal siyasete inançsızlık.
Şimdi bunları sırasıyla ele alacağım.
Siyasi saflaşmada kültürel-duygusal boyutun öne çıkması:Bu başlık altında söylemek istediğim her şeyi dört bölümlü son dizide söyledim. Burada birkaç cümleyle hatırlatayım: Diyordum ki o yazılarda, az eğitimli ya da eğitimsiz çalışanlarla, 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılın ilk yarısında onlarla ittifak yapmış okumuş-yazmış elit kesimler arasında 20. Yüzyılın ikinci yarısında bir gerilim baş gösterdi. Bu gerilim giderek büyüdü ve 21. Yüzyılda yer yer emekçilerle kapitalistler arasındaki gerilimin bile önüne geçti. Popülist liderler önemli ölçüde bu ‘elit karşıtlığı-öfkesi’ üzerinden yükseldi.
Kültürel-duygusal boyutun siyasetteki bu ağırlığı doğal olarak eğitimsiz ya da az eğitimli kesimlerin politik tercihlerinde de bir değişiklik yarattı. Bu değişikliği bugün sokak röportajlarında medyanın aşırı örnekleriyle sergilediği manzara (“aç kalsam da oyum Tayyip’e”) açık bir biçimde ortaya seriyor.
Kutuplaşma: Kutuplaşmanın, iktidarın icraatını ve söylemini teşhiri etkisizleştirmesi (ve dolayısıyla anlamsızlaştırması) üzerinde çok fazla durmaya gerek yok, çünkü burada mesele çok daha açık: Kutuplar birbirinden korktuğu için, iktidarı destekleyen toplum kesimleri icabında ‘boş tencere’ye razı olarak oylarını muhalefetin iktidar olmaması yönünde kullanıyor. Muhalif siyasetin sözlerinin medyadaki kutuplaşma nedeniyle iktidar seçmeninin kulağına ulaşamaması da cabası…
Muhalif kurumsal siyasete inançsızlık: Yukarıdaki iki etkenin ‘boş tencere’ye aldırmama sonucunu vermesinin sınırlarının olduğu muhakkak… Yani ne olursa olsun oyunun rengini asla değiştirmeyecek olanların sayısının ele geçirilmiş iktidarı korumaya yetmeyeceği açık. Bunu, her seçim öncesinde sayıları şaşırtıcı ölçülere varan, çoğu iktidar seçmeni kararsız seçmenlerden biliyoruz. İşte burada devreye muhalif kurumsal siyasete inançsızlık unsuru devreye giriyor. Yani Ekrem İmamoğlu’nun 9 Eylül’de CHP’nin 100. yılı vesilesiyle düzenlenen toplantıda itiraf ettiği gibi: “Vatandaş, iktidar değişikliğini sağlamaya muktedir bir muhalefet göremiyor karşısında…”
‘İktidar değişikliğini sağlamaya muktedir’ bir muhalefet, sadece o yukarıda saydığım üç faktörden ilk ikisinin insanlar üzerindeki etkisini azaltabilir; bu olmayınca muhalefet istediği kadar siyasi teşhir yapsın, söylediği her söz suya yazılmış gibi oluyor. Sonuçta, seçim öncesinde büyük bir çoğunluğunu iktidar destekçilerinin oluşturduğu kararsızlar seçim yaklaştıkça giderek azalıyor ve kararsızlar yeniden iktidara dönüyor.
Yukarıda da dediğim gibi böyle bir muhalefet, kendi taraftarları arısında da inandırıcılık sorununa yol açıyor ve dolayısıyla yürüttüğü teşhir faaliyeti onlar arasında da karşılık bulamıyor.
Son haftalarda sık sık “o kadar konu var ki muhalefet edecek, fakat muhalefet ısrarla siyaset yapmıyor…” dendiğini siz de duymuşsunuzdur. Bu gerçekten de böyle, fakat bence nedeni muhalefetin beceriksizliğinden, dağınıklığından çok becerip de yapınca bir sonuç elde edilememesinin yol açtığı yorgunluk, sıkıntı, tükenmişlik…
Bu tablo beni, konu siyaset olunca biraz garip bulunabilecek şöyle bir sonuca götürüyor: Bir şey etkisiz ve anlamsız bir hale gelmişse ondan vazgeçilmelidir. ‘Dostlar alışverişte görsün’cülüğün, ‘mış gibi’ yapmanın, ‘siyasi partiysek etkisiz de olsa bunu yapmalıyız’cılığın anlamı yok. Peki ne yapmalı? Muhalefet, bir süre iktidarla değil kendiyle uğraşmalı, bütün enerjisini ‘iktidar değişikliğini sağlamaya muktedir’ bir muhalefet yaratmak için harcamalı, bütün taşları yerinden oynatmalı. Çünkü bu saatten sonra ancak kendini yeniden var edebilmiş bir muhalefetin siyasi teşhiri etkili ve anlamlı olabilir.
Çok mu tuhaf geldi? Haklısınız, fakat durum o kadar tuhaf ki çözüm önerisinin de tuhaf olması normal sayılmalı.