Benimki de ne talihsizlik: Suriye’de ABD’ye “Geliyorum, çekil, yoksa sen de yanarsın” denildiği, KKTC’nin adının KTC’ye (Kıbrıs Türk Devleti) dönüştürüldüğü, Anayasa değişikliği marifetiyle Erdoğan’ın dördüncü kez cumhurbaşkanı seçilmesinin önünün açılacağı kulislerinin ortada dolaştığı günlerde devlete, siyasete ve topluma sinmiş görünen İttihatçı ruh halinin kalıcı olmama ihtimaline dair yazılar kaleme alıyorum. Fakat aynı gündemin 10-15 yıl önceki halini hatırladığımızda karşımıza çıkan tablodan da görülebileceği gibi bu ülkede ‘kalıcılık’ pek rastlanan bir şey değil. Hatırlayalım (sırasıyla): 1) Suriye’de Esad’a karşı ABD ve Batı ülkeleriyle ortak askeri müdahale, 2) Annan Planı ve 3) Ergun Özbudun’un liderliğindeki bir ekibe anayasa hazırlatmak…
Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum.
Önceki yazıda Etyen Mahçupyan’ın Yeni İttihatçılık tezlerinde hemfikir olmadığım sadece bir noktanın bulunduğunu söylemiş, onu da şöyle ifade etmiştim:
“Yeni İttihatçılığın önümüzdeki 10 yıllar için (de) neredeyse kaçınılmazlığına dair imâ ve öngörülerin erken ve aşırı olduğu kanaatindeyim. Türkiye’nin yeni yüzyılının böyle şekillenmesi çok güçlü bir ihtimal fakat böyle olmayabilir de.”
İtirazım başlıca iki noktaya dayanıyordu, o yazıyı okumayanlar için onları da hatırlatayım:
“Bunlardan biri, teneffüs ettiğimiz İttihatçı ruh halinin oluşmasında iktidar siyasetinin (yani Erdoğan’ın) payının (sübjektif faktör) değerlendirme dışı tutulmuş olması… İkincisi de şu: Evet, meseleye zihniyet analizini de kattığımızda pek açık ki yüz yıllık yaralı benlik ilacını arıyor, bu doğru, fakat bunun yegâne ilacı -şu andaki baskın rolüne rağmen- Yeni İttihatçılık mıdır? Değilse, en azından ihtimal olarak başka ilaçların varlığından da söz edilebilirse ve ülkenin etkili ve daha önemlisi pragmatik lideri şu veya bu nedenle İttihatçılıktan vazgeçip bunlardan birine öncülük etmeye karar verirse? Böyle ihtimallerin varlığı, bizi Yeni İttihatçılığın iyice kök salacağı ve neredeyse nesiller boyunca süreceği düşüncesini sorgulamaya yöneltmez mi?”
Ve o yazıyı bu yazıya bağlayan satırlar:
“Acaba toplumu ve siyaseti saran İttihatçı ruh halinin oluşmasında sübjektif faktörün (‘Erdoğan’ın şahsı’) payı ne? Bunun neden önemli olduğunu yukarıda anlatmıştım… Burada kesiyorum. Sonraki yazıda hem ‘Erdoğan’ın şahsı’nın toplumu sürükleme ve ikna kabiliyetini hatırlatarak tartıştığımız konudaki ‘sübjektif faktör’ün önemini göstermeye çalışacak hem de yaralı benliğin izalesinin ille İttihatçı ruh üzerinden gerçekleşmek zorunda olmadığını savunacağım.”
“Öcalan’la görüşürüz”ü başka hangi lider telaffuz edebilirdi?
Erdoğan, destekçilerinden ‘imkânsızı’ isteyip onları “yeter ki sen iste, elbette” kıvamına getirebilen bir lider. (Öyle bir siyasi anomali ki bu, iktidar icraatının en haklı eleştirilerini bile suya yazılmış gibi etkisiz ve dolayısıyla anlamsız kılabiliyor.) Üstelik bu benzersiz lider özelliği sadece gündelik siyasette değil daha kapsayıcı ve dönüştürücü büyük hamlelerde de çalışıyor.
Gündelik siyaset için bir çırpıda onlarca örnek verebiliriz… Mesela ‘üst akıl’ ABD birkaç yıl içinde birkaç defa Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen bir güçten dost ve müttefik ülkeye dönüşüyor fakat bu, destekçilerde hiçbir muğlaklığa yol açmıyor. Erdoğan en son “Türk-Amerikan ilişkilerini zehirlemek için hareket eden çıkar grupları var” dedi, oysa öncesinde bizatihi ABD bir zehirdi… Yine “bu can bu bedende oldukça” serisi her defasında hüsranla sonuçlandı ama bunlar da sorun yaratmadı.
Gündelik siyasette durum böyle, fakat daha önemlisi Erdoğan destekçilerinin benlik ve kimlik sorgulamalarının normal ve beklenir olduğu daha kapsayıcı ve dönüştürücü hamlelerinde de kitlesini işareti doğrultusunda sürüklemeyi başarabildi. Buna tabii en güzel örnek Çözüm Süreci. Fakat ondan önce öylesine riskli bir hamle yaptı ve o dahi sorun yaratmadı ki ben ilk o zaman elinde nasıl bir güç bulundurduğunu anladım: 2010’da hem de referandumdan önce Devletin Öcalan’la görüşebileceğinin ilanı…
Devletin PKK ve Öcalan’la görüşebileceğini Başbakan düzeyinde kabul etmenin ve bunu referandumdan önce ilan etmenin politik riskleri üzerinde söz söylemenin manasızlığı açık. Neden? Çünkü o dönemde CHP ile MHP’nin yürüttüğü “ihanet” ve “teröre teslimiyet” propagandası, iktidarın referandumu kaybetmesine yol açabilirdi.
Ben, en az iki televizyon kanalında Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını dinlemiş bir gazeteci olarak “neden şimdi” sorusuna cevap aramış, o zamanlar yayında olan Yeni Aktüel dergisi için kaleme aldığım “Öcalan’la görüşme reddedilmedi, bakalım ne olacak?” başlıklı yazıda bu soruya kendimce bir cevap bulmuştum… Bana göre, Erdoğan ve hükümet böyle yaparak bu türden görüşmeleri de referanduma sunmak ve onaylatmak istemişti.
Yine ulusalcıların kıyamet kopardığı, sonradan darbe günlüklerinin yazıldığı yıl olarak kayda geçecek 2004’te Anayasa’nın 90. Maddesini değiştirerek uluslararası hukukun ülke hukukundan üstün olduğunu kabullenmek de böyle büyük bir hamleydi ve Erdoğan bunu da kitlesinin desteğini kaybetmeden kazasız belasız atlattı.
Bu örnekleri neden verdiğim açık: “Erdoğan’ın şahsı”nın önemini hatırlatmak, böylece ‘doğal’ Yeni İttihatçılığın yanı sıra bir de ‘kışkırtılmış’ Yeni İttihatçılığın olduğunu ve bunu yapan öznenin gücü nedeniyle meselenin bu yanını da hesaba katmak gerektiğini göstermeye çalışıyorum.
Tabii bunlar sadece Erdoğan’ın liderliğinin gücünü değil, aynı zamanda Türkiye halkının, barış, huzur ve refahla bağlantısı kurulduğunda değişmeyecek gibi görünen katı ideolojik ve kimliksel tutumlarını kolayca gevşetebildiğini ve hatta yaralı benliğinin müsebbibi olarak gördüğü Batı’ya bile farklı bir gözle bakabildiğini gösteriyor.
Fakat hiç şüphesiz bu bahiste asıl hatırlanması gereken örnek, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaya doğru gittiğine inandığı dönemde AK Parti seçmenlerinin bu sürece verdiği destek… Ki bu da bizi yaralı benliğin izalesinin başka mümkün yollarının olup olmadığı sorusuna taşıyor.
Yaralı benliğin izalesi ille İttihatçı ruh üzerinden mi gerçekleşmek zorunda?
AK Parti iktidarının ilk yıllarındaki Avrupa Birliği macerası “Yeni İttihatçı ruh halinin derinliği o kadar da fazla olmayabilir mi” sorusunu daha güçlü bir biçimde sorma hakkını vermez mi? Bence verir. Düşünün ki İttihatçı ruh bugün baskın ama 15 yıl önce AB’ye, 10 yıl önce Çözüm Süreci’ne onay veren de aynı toplum.
Avrupa Birliği ülkeleri 17 Aralık 2004’te Türkiye’nin katılma müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasına karar verdiğinde Türkiye’de iktidar seçmenlerinin yaşadığı coşkuyu hatırlayalım… O zamanlar yapılan anketlerde halkın yüzde 80’inden fazlasının Türkiye’nin AB üyesi olmasını istediği ve desteklediği sonucu çıkıyordu. Sonraki yıllarda, malum gelişmelerden sonra ‘Batı öfkesi’nin büyümesine paralel olarak bu oran düştükçe düştü… Fakat 2020’nin sonunda Türkiye AB Başkanlığı’nın yaptırdığı bir anket herkesi şaşırttı. Independent Türkçe sonuçları şöyle duyurdu:
“Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği (AB) Başkanlığı’nın belirli aralıklarla toplamda yaklaşık 10 bin kişiyle yaptığı ankete katılanlara, ‘Türkiye’nin AB üyeliği iyi bir şey mi ve bunu destekliyor musunuz?’ sorusu yöneltildi. Ankete katılanların yüzde 80’i Türkiye’nin AB üyeliğinin iyi bir şey olacağını ve bunu desteklediğini bildirdi. Eğitimli kesimde bu oran yüzde 90’a yükseldi.”
Kanaatimce 2020’deki anket halkın pandemi ve iktisadi kriz koşullarına verdiği ‘oportünist’ tepkiyi, başka bir deyişle “Batı’ya had bildirme” duygusunun koşullar zorladığında kolayca esneyebildiğini yansıtıyordu. Yine 2004’teki ulusal coşku da “Batı’nın Türkiye’siz yapamayacağını” nihayet anladığı duygusundan kaynaklanıyordu ve bu haliyle yenilmiş, ezik benliğin izalesinin ille de negatif bir milliyetçilik üzerinden gerçekleşmek zorunda olmadığının bir göstergesiydi.
Sonuç olarak diyeceğim şu: Türkiye, uzun vadeye dair tahmin yürütülecek bir ülke değil. Duyguları hızla değişebilen bir halkı var ve güçlü bir liderin bu duyguları manipüle edebilme şansı yüksek.
Bu mini serinin üçüncü ve son bölümünde, buraya kadar cevabını aradığım temel soruyu bu defa “Yeni İttihatçılığın müsvedde tarihi” başlıklı yazılarımdan, yani olgusal gelişmelerden hareketle cevaplandırmaya çalışacağım.
Soru şöyleydi:
“Şunlardan hangisi: A) Alttan gelen, derin bir tarihsel travmanın tetiklediği toplumsal bir talep var (100 yıl önceki büyük yenilgi ve kaybedilmiş özgüvenin ihdası) ve bu talep dünya koşullarının da müsait olmasından yararlanmak isteyen bazı siyasetçiler ve devlet tarafından siyasete tahvil ediliyor. B) Erdoğan, iktidarının bir aşamasında iktidarını sürdürmenin yolunun artık İslamcılıktan değil ‘millîlik’ten geçtiğini gördü, bu amaçla yeni bir hikâye yazdı ve toplumun bir kesiminin zaten dinlemeye teşne olduğu bu ‘hikâye’yi adım adım kuvveden fiile geçirdi, geçiriyor.”