Abdullah Gül’ün Abdullah Gül Üniversitesi’nin (AGÜ) düzenlediği ‘Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Sürdürülebilir Kalkınma Süresinde Türkiye’ etkinliğinde yaptığı ve Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayınlanan konuşmasını Serbestiyet okurlarının ilgisine sunuyoruz.
Cumhuriyet’in 100. yılı olağanüstü bir yıldönümü, yani bir asırlık bir tecrübe. Bu yıldönümünün, geçmişi değerlendirme, gerekli dersleri çıkarma ve çok daha önemlisi geleceğe ışık tutup yok gösterici olma bağlamında; daha anlamlı ve yaygın faaliyetlerle değerlendirilmesinin ve bunlardan uygulamaya dönük politikalar üretilmesinin çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Şüphesiz ki yüz yıl önce Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlı İmparatorluğunun paşaları ve aydınlarıydı. Onlar başta Avrupa olmak üzere dünyadaki köklü değişimi yakından izliyorlar ve biliyorlardı. Esasen, 1808 tarihindeki Senedi İttifak’tan başlayan, 1876’da ilk Anayasanın kabulü, 1877’de ilk parlamentonun toplanması, 1908’de ilk çok partili seçimlerin yapılmasına yol açan tüm arayış çabaları Cumhuriyet, hukuk devleti ve demokrasi fikrini benimseyen Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yeni yolu olmuştu. Kurucuların aklında sadece Cumhuriyet değil daha ilerisine yönelik bir vizyon bulunuyor. Öte yandan, 1950’lere kadarki bazı politika ve uygulamaların halkın reformlara yeteri kadar katılımını engellediği de bir gerçektir. Dolayısıyla, yukarıdan aşağıya doğru olağanüstü yönetim altında gerçekleşen uygulamaların neticelerini bugün bile Türk siyaset sathında kutuplaşmaların ana kaynağı olarak görüyoruz. Her ne kadar 1946 yılından itibaren ülkede çok partili siyasi zemin ve düzgün yapılan seçiler olsa da, talihsiz askeri müdahaleler ve onların çizdiği çerçevede hazırlanan Anayasalar, sivil siyaset ve yönetimler üzerinde askeri vesayet kılıcını hep canlı tuttular. Siyasi çekişmeler nedeniyle pek çok fırsatı kaçırdığımız yıllar oldu. Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1923’lerde İzmit konuşmasında dikkati çektiği Kürt meselesinin, büyük bir özgüven içinde daha kapsamlı demokratik ve temel hak ve özgürlükler çerçevesinde çözümünü gerçekleştirebilseydik, bütün vatandaşlarımızın ülkeye aidiyet ve sadakatini pekiştirir ve meselenin bölgesel boyutlara varmasını, böylece uluslararası güçlerin oyunu haline gelmesini engelleyebilirdik.
İKİNCİ YÜZYILIN MUHASEBESİNİ YAPMALIYIZ
2000’li yılları, yani “millenyum”u sadece Türkiye değil, tüm dünya olarak büyük bir heyecanla karşıladık. 2002 yılında, büyük bir çoğunlukla AK Parti Hükümetini kurduk. Böyle güçlü bir hükümet Türkiye için bir fırsattı. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri önemseyen, hukuk ve ekonomi alanlarına reformcu bir zihniyetle yaklaşan bir hükümet programımız vardı. 3 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesiyle Irak savaşının bir parçası olmak istemediğimizi TBMM’nin hür iradesiyle tüm dünyaya göstermiş olduk. Bu karar başta Avrupa olmak üzere, Arap ve Türk dünyasında büyük bir saygınlık oluşturdu. AB sürecini ve reformları ileri taşıdık. Oluşan güven ortamı Türkiye’yi bölgemizde güvenli bir adaya dönüştürdü ve doğrudan yatırımlara dönük sermaye akımını tarihinin en yüksek seviyesine çıkarttı.
O güne kadar geri plana atılmış olan Arap ve Afrika ülkeleriyle ilişkilerimizi de bu dönemde geliştirdik. Türk Devletleriyle ilişkilere atfettiğimiz özel önemle 2009 yılında Türk Konseyi’ni şimdiki adıyla Türk Devletleri Teşkilatını kurduk. Ne yazık ki bu trend devam edemedi. Suriye savaşına başlarda siyasi çözüm bulunamaması ve ülkemizin büyük düzensiz göçe maruz kalması, hain darbe girişiminin yaşattığı travma ve büyük depremler son on yılda ülkemizi çok yordu. İşte değindiğim bu ana hususlar ve gelişmeler, geçtiğimiz 100 yılın ardından Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını nasıl tasavvur etmemiz gerektiği konusunda bizi düşünceye sevk etmeli. Bunları düşünürken bu 100 sene içerisinde Cumhuriyetimizin kazanımlarıyla birlikte, hangi adımları atsaydık daha iyi olurdu diye düşünmeliyiz. Ayrıca ikinci yüzyılda mutlaka neleri yerine getirmek zorundayız diye bir muhasebe yapmamız gerekiyor.
Şüphesiz ki, Cumhuriyetin bizatihi kendisi ve ortaya koyduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ilkelerinin Müslüman bir toplumun bütün kesimleri tarafından kabul edilmesi başlı başına büyük bir başarıdır. Ayrıca övüneceğimiz ve gurur duyacağımız başarılarımız, gelişmeler ve ilerlemeler mevcuttur. Bununla beraber, geçen 100 yıl neticesinde başarılı olup olmadığımız başkaları ile mukayese sayesinde iyi ölçülebilir. Mukayeseli bir değerlendirme yapıldığında alternatiflerin ne olduğu daha iyi görülebilir ve anlamlı olur. Gerçekten hüzün vericidir ki bir asır geçmesine rağmen “Cumhuriyetimizi”, ileri, gelişmiş bir demokrasi ile henüz taçlandıramadık. Hala orta gelirli bir ülke olmamız ve gelir dağılımında ortaya çıkan eşitsizlik “refah devletleri” arasında anılmamıza engel oluyor. Uluslararası endeksler, ekonomiden eğitime, sağlıktan refah ve mutlulukla ilgili alanlara daha iyi bir performans sergilememiz gerektiğini gösteriyor. Şimdi bütün bunları soğukkanlılıkla değerlendirip geleceğe ümitle bakma zamanı.
ÇIKIŞ YOLU İLERİ DEMOKRASİDE
Malum, Cumhuriyetin kuruluşundan beri ortaya konan başlıca hedef, “muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmaktır”. Bu özetle milleti mutlu ve müreffeh yapmak demektir. Bunun için her türlü ideolojik önyargılardan uzak, zihnimizin berrak olması gerekir.
Halklarını mutlu ve zengin yapmayı başaran ülkelerin hangi yollardan geçtiği bellidir. Biz cihanşümul devletler kuran, imparatorluk geçmişi olan bir milletiz. Büyük bir özgüven içinde önce evimizin içini düzene koymalıyız. Bunun için evrensel standartlarda, temel hak ve özgürlükleri esas alan, hukukun üstünlüğüne dayalı ileri bir demokrasiyi gerçekleştirmeliyiz. Sürdürülebilir, topyekûn kalkınmanın da zemini budur. Bu bağlamda, Avrupa Birliği üyelik sürecinin bize yardımcı olacağına inanıyorum. Bizim için esas değerli olan AB müktesebatını üstlenerek refah devleti olma yolunda standartlarımızı yükseltmektir.
YENİ ANAYASAYA İHTİYAÇ VAR
Bugün hepimiz görüyoruz ki Türkiye’ye yakışan, yeni yüzyıla modern, demokratik devlet anlayışını ruhunda ve lafzında taşıyan, yeni bir Anayasa ile girmektir. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bugünlerde gündeme getirdiği bu fırsat açık, dürüst, samimi ve önyargısız bir yaklaşımla değerlendirilmelidir. Mevcut Anayasa, farklı zamanlarda yapılan birçok değişikliklerden sonra kendi içerisinde tutarsızlıklar ve noksanlıklar içeriyor. Bu durumda, yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyulduğu aşikâr. Yeni Anayasa, evrensel ilkeleri düstur edinerek, temel hak ve hürriyetleri herkes için her yönüyle eşit vatandaşlık temelinde güçlendirmeli ve teminat altına almalıdır. Millet olarak mutabık olduğumuz, birlik ve bütünlük ile demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetin temel ilkelerinden taviz verilmemelidir. Şüphesiz ki modern demokrasilerin şeffaflık ve hesap verilebilirlik kavramlarını, güçler ayrılığı ilkesi ile fren ve denge sistemlerini içinde barındırmalıdır.
REFAH RASYONALİTEYLE GELİR
Türkiye’nin içinde bulunduğu orta gelir tuzağından çıkıp refah toplumu olabilmesi için kaliteli ve istikrarlı bir büyümeyi sürdürülebilir şekilde sağlamak gerekir. Bunun için denenmiş ve neticeleri görülmüş rasyonel, bilimsel ekonomik ve mali politikaları günlük siyasi konjonktürlerden uzak, kararlı bir şekilde uygulamak lazım. Anlamsız denemeler hem halkı üzecek hem de Türkiye’ye vakit kaybettirecektir. Esasen büyük emeklerle hazırlanan “beş yıllık kalkınma planlarımızın” çerçevesine, temel ilkelerine ve stratejilerine baktığımızda hepsinde bu rasyonel rol haritalarını görürüz. Üzücü olan, uygulamalarda bu planların adeta rafa kaldırılmış olmasıdır. Umarım, 2019’da 15 yıllık bir perspektifle hazırlanan ve ülkenin her alanda topyekûn bir değişim ve dönüşümünü öngören 11’inci Kalkınma Planının yol göstericiliğinde hükümet politikaları uygulamaya geçer. Bu, yeni yüzyıla iyi bir başlangıç olur.
BÖLGESEL KRİZLERİN PARÇASI OLMAYALIM
Etkili ve inandırıcı bir dış politika öncelikle evin içinde başlar. Evi demokratik ve ekonomik olarak güçlü olan ülkelerin dışarda da eli daima güçlüdür. Sadece, gurur duyduğumuz askeri gücümüzle ulusal çıkarlarımızı korumak, komşularımızla ve yakın çevremizle işbirliğini güçlendirmek mümkün değildir. Türkiye tarihi itibarıyla köklü ilişkiler içinde olduğu bölgesinde, yumuşak gücüyle öne çıkmalı ve her bakımdan bir zamanlar olduğu gibi ilham kaynağı haline dönüşmelidir. Unutmayalım ki “sert güç” karşıtını oluştururken, “yumuşak güç” sizi başkaları için cazibe merkezi yapar ve etki alanınızı kendiliğinden geliştirir. Türkiye bunu gerçekleştirecek potansiyele sahiptir. Uzun vadeli hedeflerimize ulaşabilmek için kendisine tehdit olmadığı süre içinde, Türkiye bölgesel çatışma ve krizlerin bir parçası olmamalıdır. Bununla birlikte ahlaki sorumluluklarımızı güçlü siyaset ve etkili diplomasi yolluyla yerine getirmeliyiz. Bilelim ki istikrar içinde geçen zaman bizim lehimize çalışır.
Türkiye’nin büyük tabii kaynakları olan bir ülke olmadığını hepimiz biliyoruz. Bunun için ‘beşeri sermayemizi’ zenginleştirmeliyiz. Bunun yolu da her safhada kaliteli ve çağdaş eğitimle mümkündür. Fiziki anlamda büyük yatırımlar yapılsa da eğitimde vasatlaşma ve fırsat eşitsizliği konuları üzerine önemle durulmalıdır. Şartlar neyi gerektirirse gerektirsin, bir refah toplumu olabilmek için eğitim konusu Türkiye’nin birinci önceliği olmalıdır. Aksi takdirde diğer hedeflere de ulaşmak mümkün olmayacaktır.