İstanbul’da geçen hafta yaşanan yarım saatlik fırtına ve dolu sonrasında şehrin felç olması olağan görüntülerden biriydi sadece… Şehrin yazılı olmayan kuralı bir kez daha hayata geçti ve şehir bir süreliğine de olsa iptal oldu. Toplu ulaşım araçları kullanılmaz hale geldi. Yollar göl oldu. Yüzmede doğru dürüst uluslararası başarımız olmadığı halde ahalinin bir kısmı yüzerek kurtuldu. En azından yüzme sporunun geniş kitlelere ulaştığını görerek sevindik…
Geçen haftaki gibi bir doluyu hayatımda ilk kez gördüm. Dolu değil, buz parçaları yağdı gökten. Böyle bir durumun daha önce yaşanıp yaşanmadığına emin olmak için İstanbul Boğazı’nın donmasına tanık olan, benden çok yaşlı insanlara sordum; onlar da görmemişlerdi. Bunu ‘felaket’ olarak nitelemek yanlış olmaz herhalde. Meteoroloji bilimiyle uğraşanlara göre; böyle ani sıcaklık yükselmesi-düşmesinden meydana gelen fırtınalar, yağmurlar giderek artan bir oranda yaşanacak. Şehirleşmeyi, bulunan her yeşil alanı imar planına sokup çok katlı binalar olarak gören, dağı, taşı, toprağı betonla kaplayıp, yol kenarlarına dikilen çiçeklerle ve makilerle göz boyayan anlayışla bu felaketlerin üstesinden gelemeyeceğimiz aşikâr. Bu nedenle herkes başının çaresine baksın derim ben.
Fırtına ve buz parçalarının gökten ateş topu gibi düşmesinden sonra özellikle sosyal medyada en çok paylaşılan fotoğraflar asırlık ağaçların devrilmesi oldu. Çınar ağaçlarının devrilmesini fırtınanın şiddetine bağladı ahali. Ertesi gün hasar tespiti için yaşadığım mahalleyi dolaştım. Birkaç ağaç devrilmişti. Ağaçlar; tamamen betonla kaplanmış, toprakla ve suyla olan bağı kesilmişti. Yüzyıllardır toprağa kökleriyle tutunan ve bu sayede her türlü badireyi atlatıp günümüze kadar gelen ağaçların suyla ve toprakla olan bağını koparıyoruz, sonra da devrilmelerine hayret ediyoruz. Şehirciliği ve kalkınmayı beton olarak gören bir yönetim anlayışı ile daha çok ağaçlar devrilir biz de buna ‘hayret’ ederiz…
Şehri yönetenlerin betona duydukları aşkı anlamak mümkün değil. Hadi anladık; deniz kenarlarına, dere yataklarına, tepelere yüksek katlı binalar yapmanın ranta dayalı bir aşkı var. Parklara ne oluyor? İstanbul’un parklarını da betonlaştırıp, toprakla olan bağını kesiyoruz. Maçka Parkı’nda yaşananların benzeri Fethi Paşa Korusu’nda yaşanıyor bir yıldır. Fethi Paşa Korusu benim gizli cennetlerimden, soluk aldığım yerlerden biridir. Fırsat buldukça gider, mümkünse kendi iç sesimi dinler, çıplak ayakla toprak ve çimenlerde yürürüm. Bir yıldır burada hummalı bir çalışma var. Yürüyüş yolu adı altında her yere parke taşı döşeniyor. Kime ihale edildi, rantını kimler yiyor bunla ilgili değilim. Ellerinden gelse tek bir metrekare toprak bırakmayacaklar açıkta görünen. İşte bununla ilgiliyim. Zaten şehrin her yeri beton, kaldırımlar caddeler… Buraya gelen toprakta yürümek soluklanmak istiyor. Gerekirse çamura batmak, kirlenmek için geliyor. Ne diye kaldırım taşı döşersiniz? Ne istersiniz, yüzyıllardır doğallığını koruyan, İstanbullu'ya miras kalan korulardan. İşte bunu anlamakta güçlük çekiyorum…
2009 yılının Eylül ayında İstanbul’da sel felaketi yaşanmış, 31 kişi yaşamını kaybetmişti. Başta Ayamama Deresi olmak üzere İstanbul’daki bütün kurutulmuş dereler, taşarak felakete neden olmuştu. O olaydan sonra şehri yönetenlerin iddialı demeçleri, düştü aklıma. Kısaca şöyle diyorlardı; dere yataklarına yapılan binalar süratle yıkılacak, yapılaşmaya asla izin verilmeyecekti. Geçen sekiz yıldan sonra ne oldu biliyor musunuz? Dere yataklarındaki binalar çoğaldı, bunun yerine derelerin üstü betonla kaplanarak yok edildi. Bir daha ki sel felaketi gelene kadar unuttuk gitti…
Dedem Dursun Ali, okuma yazma bilmeyen bilge bir insandı. Çok şey öğrendim ondan. Bilgeliği, doğayla barışık halde yaşamayı bilmesinden geliyordu. Köyde dere kenarında ‘azina’ dediğimiz küçük bir arazimiz vardı, malum toprak çok kıymetli Karadeniz’de… Bu azinaya mısır, fasulye ekerdi babaannem. Ani dere taşmasına karşı azinayı kayalardan duvar örerek güçlendirmiştik. Bir gün fena yağmur yağdı kayalar dayanmadı suya… Azina sele gitti. Manzarayı görünce dedeme, “Azinayı dere aldı” diye ağlayacak oldum. Dedem güldü, “Orasi bizum değildi uşağum. Biz geçici olarak işletiyiduk. Dere hakkini gelip aldi…” İstanbul’daki dere yataklarını betonla kaplayıp, yok edenlere, vadilere bina yapılmasına göz yumanlara dedemin o sözünü bir kez daha hatırlatırım: “Dere hakkını bir gün gelir alır’’. Sonra ağlamayalım felaket oldu diye…