Cihan Aktaş’la Osmanlının son döneminden bugüne bütünlüklü bir okumanın sonucu Şehrazat Balkonda kitabını konuştuk.
Yeni kitabınız Şehrazat Balkonda; Mekân, Dil, Şiddet, Hicap konularına göre bölümlendirilmiş yazılarınızdan oluşuyor. Kitabın ismini belirlerken Binbir Gece Masalları’ndan mı esinlendiniz?
Şehrazat Balkonda bir dönem kitabı sevgili Gülsüm, artık zamanı gelmişti. Kadın meseleleri üzerine yirmi iki yıl önce yayımlanan Bacıdan Bayana’dan bu yana, bu bağlamda müstakil bir kitap çıkarmamıştım. Kitaptaki yazılar son on yılda yazıldı. Er geç çıkması gereken bir kitaptı. Bacıdan Bayana kamusal yasaklı dönemlerin başlıklarının irdelendiği bir kitaptı. Kanımca yasağın kalkmasıyla, bu bağlamda başka sorunlar daha kapsamlı bir şekilde kamusal alanda görünür hale geldi. Çünkü -mütedeyyin kesim için başörtüsü yasakları öncelik kazandığından- yasağın örttüğü meseleleri görmezden gelmek artık mümkün değildi. Söz gelimi çalışan annelerin, kamusal alanda çektiği zorlukların tabii karşılanmasının tuhaflığı gözlerimizin önüne serildi: Neden hem ev dışında çalışmak zorunda kalıyor hem de bir anne olarak o kadar eziyeti çekmek durumunda, ve neden bu durum hem anne hem çocuklarını yıpratırken kolaylaştırıcı, yardımcı hiçbir şeyler yapılmaz?
Kitabın ismi konusunda masal ustasının ismi kendiliğinden geldi yerleşti başlığa. Günden güne tırmanan şiddet, işte balkondan düşen kadınlar meselesi var ki -ayrıca anlatırım- kitabın adı tamamıyla onlardan esinlendi ama yanı sıra dilde ustalık veya maduniyet konusu da var. Her sorunun kaynağı veya çözüm yolu dilden geçiyor. Proje aşamasında kadınların düşünülmediği mekânlar ve buralarda yaşanılan zorlukların da adeta “norm”alleştirilmesi, şiddet bunca tırmanırken hiç bahse konusu olmaması var bir de. Sözün özü mekan, dil, şiddet ve hicap gibi konularda kamusal yasaklı yılların kavramsallaştırılması, kabulleri ve algılarıyla izah edilemeyecek çok fazla mesele var. Kitabın başlığını sormuştun ya, yazılarımı Şehrazat Balkonda üst başlığıyla bir araya getirirken yönetmen Elif Eda’nın Jülide filminden esinlendim.
Evet, giriş yazınızda da analiz ettiğiniz film Jülide…
Konusunu kısaca anlatayım. Jülide tesettürlü, namazında niyazında bir kadın, alt katta oturan komşusunun -aynı zamanda arkadaşı- evinden gürültüler geliyor bir akşam. İndiğinde arkadaşının intihar etmeye çalışan erkek kardeşiyle uğraşmaktan fenalaştığını görüyor. Arkadaşını sakinleştirip yatırıyor. Sonra da erkek kardeşi intihar fikrinden uzaklaştırmak için evin -Boğaz manzaralı- balkonuna çekiyor. Sabah ezanına kadar, kendi tecrübelerinden hareketle ve ustalıklı bir dille neden intihar etmemesi gerektiğini anlatıyor ve ikna ediyor. İzlerken Şehrazat varlığının yüz yıllar sonra yeniden canlandığını düşündüm. Nedir; belli ki mütefekkir bir kadın, kendi kişisel tecrübelerinden süzülen bir dille ve muhakeme gücüyle sabah ezanına kadar konuşarak bir erkeği intihardan kurtarıyor. Bütün bu sahneler de bir balkonda gerçekleşiyor. Balkon cinayetlerinin ya da balkon “intiharları”nın çok arttığı bir döneme bu film çok şey söylüyor. Pek çok kadın bir erkek tarafından balkondan atılırken ki bu kadınlar çoğu zaman dil ve muhakeme gücünün yardımlarından yoksunlar, madundurlar. Dış görünüşleri, hatta bazı örneklerde tahsil bile bu maduniyeti yok etmiyor.
Ümit (Aktaş) Bey’in de bir kitabına adını verdiği maduniyete atıf yapıyorsunuz, mağduriyetten farkı ne?
Ümit Aktaş da bu sıfatı Maduniyetin Dönüşümü’nde -Spivak’a atıfla-; kendini koruma ya da kendi değerini fark etmesine izin verecek şartlardan, kendi değerini fark etme gücünden yoksun, kolaylıkla bir tuzağın içine çekilebilecek zayıflıkta kadınlar -insanlar- için kullanıyor. Maduniyet demişken iş cinayetlerinde vefat eden erkekleri de dahil edebiliriz konuya elbette. Ancak iş cinayetleri son yıllarda tırmanmakla birlikte hep vardı, balkon cinayetleri yeni bir olgu. Son on yılda -erkekler tarafından- pek çok kadın balkondan itilerek ya da “atlayarak” ya da “yanlışlıkla düştüğü” öne sürülerek hayatından oldu. Bu cinayetlerin pek çoğu da açıklık kazanmadı. Konu yine mekân, dil, şiddet meselesine geliyor. Hicap aslında burada nedir: Asrı Saadet’te hicap aristokrat -seçkin ya da saygın- kadınların vasfıydı. Burada hicap mesafe koyma gücünü haizlikle özdeştir ve bu anlamda bir bilinç kazanımıyla da destekleniyor. Yani başa bir örtü örtmek yetmiyor, kendini koruyup kollamayı gerektiren bir mekânsallık ve bilinç gerekiyor. Jülide’yi izlerken, bütün bunları yeniden düşündüm.
Erkeklerin -çoğunun- aksine, hem kendisinin hem de diğer kadınların hayatını kurtarmak için hikâye anlatan Şehrazat’ın Jülide’de buluşması…
Masal anlatabilen dil yeteneğine sahip Şehrazat da bir vezir kızıydı. Madun değildi, hitabeti güçlüydü, muhakeme gücü de öyle. Kendi canını ve başka canları kurtarabildi böylelikle. Filmde ise günümüzün Şehrazat’ı, dilde ustalığı ve empati yeteneğiyle, muhakemesiyle bir balkonda bir erkeği intihardan vazgeçiriyor.
Kitapta Esenler’de -ve her yerde- türlü zorluklara rağmen bir şekilde öğrenmeyi, merak etmeyi sürdürebilen, şartları gerçekten zorlayan inanılmaz, kendinden vaz geçmeden mücadele eden kadın hikâyeleri var. Gerçekten herhangi bir imkâna -öğrenmek, zorlamak vb.-sahip olmayı düşünemeyecek durumdaki insanlar, kadınları nereye koyacağız? Haklar hiyerarşisi nereden başlıyor?
Günümüzde gerçekten yeniden tanımlanması gereken bir durumdan söz ediyoruz. Çünkü eski düzen yok, yani küreselleşme aynı zamanda bir kaos dönemi. Demir Perde yıkıldıktan sonra Wallerstein şunu söylemişti “Belalı bir döneme giriyoruz, bir elli yıl kadar sürecek. Tek yapmamız gereken berrak ve faal olmak.”
Siyasi, sosyal, teknolojik, akla ne gelirse gelsin, çift ilişkileri de dahil buna, bir gerilim yansıtıyor. Şehirler boğucu, fakat çoğu insan geri dönmenin gücünden mahrum. Boşanmalar artıyor; ilk bakışta felaket gibi görünüyor ama belki de bu çiftlerin daha doğru bir evlilik talebiyle alakalı bilinçlenmenin bir göstergesi olarak da anlaşılabilir. Zulmü ya da adaletsizliği kabul etmeyen bir çiftin teki veya ikisi de o evlilik içerisinde gelişme şartlarının engellendiğini bir şekilde fark edip duruma rıza göstermiyorlar. Böylelikle hasıl olan sorunlar, istatistiğe vurulduğunda bizi ürkütebilir ama bu bir geçiş dönemi ve bizlerin böyle bir dönemi bir anlayış çabası içinde geçirmesi önemli. Eğitim sistemini ele alalım, artık eğitim alanlarının çoğu tamamlayan kişi için güven kaynağı olmaktan çıktı. Başka şeyler de var tabii. Barış çabaları fayda etmiyor, silah endüstrisi her zamankinden daha güçlü. Kadına şiddetin son derece tırmanması, keza çevre sorunları… Kuzey’in, Güney’e yönelik işgalinin artması sonra… Kuzey’in iklim zorlukları yaşamasıyla birlikte Güney yeni bir istilaya maruz kalmakta. Kuzey ülkelerinden iş adamları Afrika’ya yöneliyor, kendi zamanını ve iş anlayışını Afrika’ya dayatıyor.
“Hızlı icatlar kuşaklar arasında uçurumlar oluşturmakta kalmıyor, emek alanında da serfler oluşturuyor. Yoksul kadınlar ve erkekler, cep telefonlarıyla iyi ahlaklı olmak adına kendilerine yasaklanmış bir alana sıçramak için aldanıyor, aldatılıyorlar. Eğitimsiz işçilerin çalışma alanı daralıyor.”
Franco Bifo Berardi sahneyi biraz daha ayrıntılı bir şekilde tasvir ediyor: “Dayanışma ortadan kalktığından beri geriye sadece intikam kaldı: Yoksulların ezilenlerden aldıkları intikam (ırkçılık), ezilenlerin kadınlardan aldıkları intikam (maço şiddeti), herkesin herkesten aldığı intikam (vahşet).” Söylemeye çalıştığım, bu kaos döneminde sonucu bizim ne yaptığımız belirleyecek. Hâli hazırda herkes tek kişilik mekânlarına çekilme eğilimi içinde. Sivil toplum neredeyse ölmüş durumda. Herkesin her konuda ittifak etmesi gerekmiyor. Sivil toplumun, sivil toplumların birlikte var olabilmesinin imkânını araştırmaya mecburuz, bunun yolu da konuşmaktan geçiyor, türdeşlerle aynı mekâna kapanmaktan değil.
Bu dediğin çok önemli aslında, belki de toplum bileşenlerini ve sivil hareketleri rahatlatacak bir çözüm. İşin ilginç yanı neden “ille de uzlaşmacı” teoriler öne çıkarılmış da “birlikte hareket etmek için uzlaşmak şart değil” diyen teoriler daha az görünür kılınmış. Akademide araştıranlar vardır belki, bakmalı!
Belki öyle bir dönem de yaşanmalıydı olgunlaşmak açısından. 90’lar uzlaşımsal kamusal alan tartışmalarıyla geçti ama tartışmaların yeterince içselleştirilmediği günümüzde açığa çıkıyor. Kesimler birbirlerini yaygın yargılarla tanımlamakta ısrar ediyor. Oysa şu döneme toplum olarak daha hazırlıklı olmalıydık. Maalesef gündemlerimiz palaspandıras oluşturulduğu için sorunlara hep yakalanıyoruz. Depreme, ekonomik krizlere, işsizliğe, şiddete… Teknolojik bir devrim dönemindeyiz: Yazının, matbaanın icadı, fotoğraf makinesinin icadı, sinema sonra, nihayet internet teknolojisi ve yapay zeka… Hızlı icatlar kuşaklar arasında uçurumlar oluşturmakta kalmıyor, emek alanında da serfler oluşturuyor. Yoksul kadınlar ve erkekler, cep telefonlarıyla iyi ahlaklı olmak adına kendilerine yasaklanmış bir alana sıçramak için aldanıyor, aldatılıyorlar. Eğitimsiz işçilerin çalışma alanı daralıyor. Anne babalar ve çocukları arasındaki eğiticilik tersine dönmeye başladı. Sonuçta nasıl bir şeyin ortaya çıkacağı bizim hâli hazırdaki çabamıza bağlı. Çabadan başka hiçbir şeye inanmamamız gerekiyor.
Yazılarınızın genelinde kamusal alandan söz ediyor ve kadın hareketini de kamusal alanda eşitlik arayışına bağlıyorsunuz. Osmanlı’nın son Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden hatırlattığınız kadınlar (Nezihe Muhiddin, Fatma Aliye, Halide Edip vd.) ve onlara karşı çıkan ya da destek veren erkekler (Said Halim Paşa, Ahmet Cevdet, Musa Carullah vd.) var. Yüz, yüz elli yılı aşkın eşitlik arayışını nasıl tanımlarsınız?
Bu sorunuza kitapta da yaptığım gibi somut isimler üzerinden cevap vermek istiyorum. Şimdi iki örnek vereceğim. Bursa’nın Saitabat köyünde Türkiye’nin ilk köy kadınları derneğini kuran Şermin Cakalıoğlu, o derneğin binasını adım adım kendisi tasarlayarak, inşaat sürecine katılarak yaptırdığını anlatmıştı 2015’te. İyi bir ailenin kızı Sermin Hanım, babası erkek kardeşlerini okutmuş ama ilkokuldan sonra, ne gerek var, diye onun eğitimine noktayı koymuş. Memur eşi çok destekliyor neyse ki, bir şekilde becerileriyle kendini geliştiriyor. Eşi politikaya atılıyor ve eşiyle birlikte Bursa’nın dağ köylerini gezerken, kadınların ürettiklerini -salça, reçel vs.- görüyor. Aklına kooperatif kurma fikri düşüyor. Şöyle söylemişti bana: “Benim dramın şuydu; bir kız, beş erkek çocuktuk. Babam oğullarını okuttu, beni okutmadı. ‘Senin okumana gerek yok’ dedi. İçimde hep o yarayla yaşadım.”
Eşitlik işte burada gerekiyor. Baba neden kızı okutmuyor, çünkü evlenip gidecek. Gitsin, neden onu daha yoksul yapıyorsun, neden erkek çocuğun eğitimle aldıklarını kız çocuğundan esirgiyorsun?
Korona döneminde vefat eden, temizlik işçisi bir arkadaşım vardı, Allah rahmet etsin. Kızcağız Anadolu’nun bir köyünden evlenip geliyor. Ciğerleri koronaya dayanamadı. O kadar da yoksul değiller. Babası köyde kız çocuklarına birer altın, oğullarına birer daire veriyor, çünkü kız gidecek, oğulları ona bakacak. İşin ilginç yanı ebeveynlere daha çok kızlar bakıyor. Burada da yine adaletsizliğin hükmü karşımıza çıkarıyor. Adaletsiz muamelenin sonucu eşitsizlik. Örnekler o kadar çok ki… Tuzla’da 90’ların başlarında intihar eden bir kadın hiç aklımdan çıkmaz. Kocası evden kovuyor, iki çocuğuyla birlikte çıkıyor evden, gidecek yeri yok çünkü annesiyle babası “çocuklarını bırak da gel” diyor. Sığınacak bir yer bulamıyor koca dünyada! Feministlerin sığınma evleri açması gündemde ama henüz yaygınlaşmış veya belki hiç açılmış değil. İslami camialar, cemiyetler ise, sığınma evini aileyi yıkan bir girişim olarak görüyor. Oysa 1000’li yıllarda Kuzey Afrika’da Ribat’ül Bağdadiye’ler var: Yatılı kadın üniversiteleri gibi kimsesiz kadınların da sığınabildiği yerler var. Düşünün, nereden nereye! Dolayısıyla, Kuzey Afrikalı kadınlar dünya literatürüne özgün bilimsel metinler sunabiliyorlar bugün. Arapçayı bildiklerinden kadınların kaynaklarla doğrudan muhatap olması da bir etken tabii.
İki çocuğuyla burada o kadını kabullenecek hiçbir yer yok, bu o kadar dehşetli bir şey ki! Hiçbir yer yok ve o ne yapıyor; deniz kenarında çocuklarının boyunlarına ve kendi boynuna taş bağlıyor. Çocuklarıyla birlikte denize atlıyor. Bu kadın kendini ancak denize sığdırabiliyor.
Burada bir eşitlik yok, eşit görme yok. Oğulla kız, oğulun çocuğuyla kızın çocuğu eşit değil en azından. Koca da canı isteyince kovuyor kadını, evden atma hakkını kendinde görüyor, bu konuda da çiftler arasında bir eşitlik sadece kağıtta. “Gelinlikle girdin, kefenle çıkarsın” zihniyeti. İşte kefeniyle çıktı kadın…
Hem aileyi bu kadar korumak isteyip hem aileyi harap edecek kadar adaletsiz davranmanın nasıl bir zulm olduğunun görülmemesi akıl alır gibi değil. Kitabın Şiddet Sarmalı bölümünde yer verdiğiniz İstanbul Sözleşmesi Daha İyinin Engeli Değil yazınızda da benzer şeyleri anlatıyorsunuz.
Kendi döneminin sorunlarını idrak edememe tuhaflığı diyeyim. Feministler 80’lerden itibaren bu konular üzerine düşünüp kurumsallaştı ve bir sözleşme hazırlama yönündeki faaliyetleri etrafa yayarak yürüttüler. 2000’lerde de bu faaliyetlere bazı İslami kadın dernekleri, kuruluşlarının da katılmasıyla bir müzakere halinde İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanma sürenince kadar gitmesi. Bir sözleşme oturup da palaspandıras hazırlanan bir belge değildir. Uzun bir hazırlık var, büyük bir çaba, emek var. 90’larda bu cemaatler ve dernekler, şiddete uğrayan ya da nafakasız boşanmaya zorlanıp da mağdur durumda kalan kadınlar konusunu gündemlerine almamışlardı, bunları sorun olarak tanımlamanın bile aileye zarar verdiğini öne sürenler oluyordu.
Benzeri meseleleri Modernizmin Evsizliği’nde de anlatmıştım.
Şunu biliyorum Müslüman olarak, İslami ferasetten de bunu anlıyorum; insanlık için iyi bir şey yapanlara şükran duyarız, teşekkür ederiz. Sen yapmamışsın o senin yerine yapmış. O zaman bir boşluk varmış, sen kendini denize atacak kadına bir kapı açabilmiş miydin?
Burada kitaptan bir alıntıyla diğer soruya geçeyim istiyorum. Şöyle diyorsunuz “Zayıf, ezik, muti, sessiz Müslüman kadın” şeklindeki tarihsel kurgunun süreç içinde kastedilen olguyu gerçekleştirmeye dönük bir etkisi olduğu söylenemez mi? Geriye döndüğümüzde en fazla kaç isim sayabiliyoruz? Bu alandaki eksikliğin sebebi yazılı kültürdeki görme biçiminden çok bizlerin okuma hataları olabilir mi? Burada sözünü ettiğin hatalı okumadan kastın nedir ve hatalı okumaya ne sebep oluyor?
Bir dönem kapanıp başka bir dönem açıldığında hem de büyük olayların ardından koskoca bir imparatorluk çökmüş, yeni bir Cumhuriyet kurmuşlar. Çöküntü büyük bir travma sebebi ve o kadar büyük bir çöküntü ki arkasından kurulan Cumhuriyet de onun yanında çok küçük bir parça. Sanki paradoksal bir şekilde ya da diyalektik bir şekilde mi desem; ne pahasına olursa olsun tamamiyle bambaşka bir yönelim de olmak iddiasında. Çağ da bir bakıma bunu talep ediyor, hani, Badiou Yüzyıl için ‘‘Kazma kürek hareketi’’ der ya… Var olmayı başka bir şeye bağlayamıyor. Çünkü neden, İslamcılar çöküntü haline bir çare olarak Cumhuriyet fikri konusunda zaten hevesli değiller. Mehmet Akif’in yapayalnızlığı da bunun bir göstergesi.
Oysa Osmanlı çağının çöküş yıllarında kadınlar toplumsal sorunlara çözüm yönünde büyük bir çaba sergiliyorlar, savaş cephelerine destek için de ellerinden geleni yapıyorlar. Fatma Aliye, Nezihe Muhiddin, Halide Edip, Yaşar Nezihe, okuma zaaflarımız yüzünden mücadelelerini anlamaya geciktiğimiz isimler, dolayısıyla tarih üzerine eksik düşünmenin zaaflarıyla malulüz.
O zaman şöyle; Cumhuriyet dönemi insanlarının, bizim ve bizden önceki nesillerin, geçmişi hatalı okumasının tek gerekçesi harf devrimi mi, diye sorayım.
Sadece Harf Devrimi değil, ancak elbette o büyük bir travma sebebi. Beri taraftan Harf Devrimi, geçmişi istediğimiz gibi şekillendirmek, kendi dünya görüşümüz ya da paradigmamıza göre biçimlendirmemiz için pek çokları için bir vasıta oldu. Nasılsa arada bir perde var, rahat rahat geçmişi okuyabiliyoruz. Bu perdelerin istediğiniz şeyi, hatta hiç olmamışı da gönlümüze göre yerleştirebiliriz nasılsa, çünkü büyük bir görünmezlik var kütüphanelerin yokluğunda. Bir bakıma devrimin sahipleri kadar devrimin mağdurları için de geçmişin yeniden inşasına bir yol açıyor kütüphanelerin iptali. Ama yanı sıra büyük bir körlük de ortaya çıkarıyor. Böylelikle hasıl olan yoksullaşma bütün yoksunluklara yansır, merkezi eğitim hâlâ bir sorun bu toplum için. Sözlü kültür ise kapsayıcı değil konu kadınlar olduğunda. Geçiş Dönemi Kadınları yazısını bunun için yazdım, yine örnekler üzerinden.
Kamusal hak mücadelesi veren kadınlar da Kemalist kadınlarınkini hatırlatan bir kaygıyla mütedeyyin kesimlere karşı “biz kamusal alan mücadelesi verirken yanlış bir amaç gütmüyoruz, değerlerimizi gözetiyoruz” demek istermiş gibi kendilerini bir tür koruma altına alma kaygısıyla erkeksi bir ifadeye bürünmüş, hatta, lafa söze maruz kalmamak için çekici görünmemeye çalışmışlardır. Bizler için üstelik iki yönlüydü baskı: Hem kimi muhafazakâr çevreler hem de seküler kesimler kamusal alanda bulunmamıza karşı çıkıyordu.
Geçiş döneminde, Osmanlı çağının son çeyreğinde toplumsal faaliyetleriyle tanınan pek çok kadın unutturuluyor. Oysa bu kadınlar dernekler kurup gazeteler çıkardılar, erkekleri savaşa giden ailelere destek oldular. Meydanlarda konuştu, Milli Mücadele’ye bizzat katıldı veya çeşitli çabalarıyla destek oldular. Bu nedenle de türlü suçlamalarla karşılaştılar. Hatta, yenilikçi bir İslamcı olarak bilinen Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri’nde yer alan “Kadın Hürriyeti” başlıklı on iki sayfalık yazısının büyük bölümünde kadın hareketlerini Avrupa’daki feminist hareketlerle kıyasla, Sait Halim Paşa, Avrupa’da okumuş, Fransız devriminden etkilenen Jön Türklerle birlikte ve yine şiarlarını Fransız devriminden almış, İttihat ve Terakki ile çalışmıştı. Peki kendisi için meşru gördüğü bu etkilenmeyi neden kadınlar için meşru görmüyordu? Aristokrat bir İslamcı düşünür, dere kenarından topladığı bitki tohumlarını aktarlara satarak eline geçen parayla ancak bir yıl okula gidebilen Yaşar Nezihe’nin mücadelesini de boş bir çaba olarak mı görürdü… Sait Halim Paşa elbette değerli bir düşünür ve şehittir, saygındır, ancak yazık ki toplumdan yalıtık bir hayat sürenler hayatın hakikatine yabancılaşıyorlar. Bu hakikati kavramak sürekli çaba istiyor, ne toplum ne de hayat durağan çünkü.
Osmanlı’nın son çağında seçkin İslamcıların kınadığı kadınlar, Cumhuriyet’ten sonra kendi seslerini korudukları ölçüde kenara köşeye itildi, kenara köşeye çekildiler. Kamusal kurallar nedeniyle başörtülü kadınlar da en az kırk yıl uzak kaldılar kamusal alandan. Aktörlerin unutulması, tecrübelerin aktarılmasını da etkiledi. Bu da dilde kadın erkek ilişkilerine olumsuz anlamda yansıyan, kamusal muaşareti ise donuklaştıran bir yoksullaşma getirirdi. Sağlığında ölü muamelesi yapılan, öldüğü düşünülen Yaşar Nezihe’ye, Urfalı aşıklar sahip çıktı, 250 şiirini bestelediler. Cumhuriyet’ten sonra, ileriki dönemlerde İslami kesimde yapılan Osmanlı araştırmalarında kadınların sosyal hayatı sınırlı olarak yer aldı. Başörtüsü direnişine katılan bizim kuşağın kadınları Osmanlı çağının son çeyreğinde kadınların sergilediği toplumsal faaliyetleri ayrıntılı olarak ancak 1991’de, Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi kitabından öğrenebildiler. Oysa geçmişin tecrübelerine vakıf olmak, birbiriyle daha barışık, birbirini daha iyi anlayan bir toplum olmamıza yardım edebilirdi. Geçmişin karanlıkta tutulması bir bakıma bugünü ve geleceği de gölgeliyor. Toplumda tereddüt, endişe, muğlaklık, müphemlik oluşturuyor; cahil cesaretine meydan açıyor ya da ödünç kavramların yığınına maruz kalıyorsunuz. Üstelik gerçekten çok zor yaşanmış bir yüzyılı, kuşakların bütün açıklığıyla öğrenmesi gerekirdi.
Kitapta bir yerde değinmişsiniz. Akabe Biatları’nda ne oldu ve Müslüman kadınlardan gizlenen/unutturulan neydi?
Bir topluma kişilik kazandıran verilmiş haklar değil, kazanılmış haklardır. Verilmiş haklar elbette bir yardımdır, destektir, bir güçtür muhakkak ama insanlar kıymetini pek bilmezler ve dolayısıyla sorumluluklar da o haklara göre kolay kolay şekillenemez. Haklar, verilmiş mücadeleye bağlıklı olarak özgürleştirir bir toplumu. Batıda feministler, özellikle İngiltere’de -yirminci yüz yılın başlarında- oy hakkı mücadelesi sırasında hapislerde yattılar, şiddet gördüler, dışlandılar, tahkir edildiler ama sonuçta seçme ve seçilme hakkının kabulünü sağladılar. Biz ise işte oy hakkını Cumhuriyet’ten sonra, -yukarıdan gelen- Mustafa Kemal’in verdiği haklarla kazandık. Osmanlı kadın hareketi kesintisiz sürseydi, seçme ve seçilme hakkı da gelirdi gündeme kuşkusuz. Bu nedenle de siyasette kadın varlığı sanki buna mecbur kalınmış gibi hemen hep erkeksi bir dil ve görüntüyü, erkeksi jestleri ve ses tonunu zırh ediniyor kendine.
Akabe Biatı’nda ne oldu? 622 yılında, Nübüvvetin de 13. Senesinde Hz. Peygamber’i Medine’ye davet etmeye karar veren iki i kadın yetmiş beş Medineli’den oluşan bir heyet, Hz. Peygamber’le Akabe’de gizlice buluşarak ona biat ettiler, böylelikle onu Peygamber olarak tanıdıklarını belirtmiş oldular. Bu, seçimdir veya bir seçimi tanımaktır. Daha sonra, kadınların seçme ve seçilmesi bağlamındaki süreç olgunlaşmadan Hazreti Peygamber dünyaya veda ediyor. Asrı Saadet’ten sonra da seçim hakkı tamamen ortadan kalkıyor ve hanedanlık üzerinden sürüyor. Batı toplumlarında seçme ve seçilme hakları kanunlarla, kavramlarla birlikte şekillenirken İslam toplumları geriden izleme durumunda kalıyorlar.
Cumhuriyet’ten sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı, seçme ve seçilme alanları her yönüyle eril nitelikteydi, kadınlar bu alanda başarıyı erkeksi bir tavra bürünerek koruyabilirlerdi. misyon yüklenmiş kadınlar Ayşe Durabaşa’nın ifadesiyle -selam gönderiyorum ona, bu tespitine çok sık başvuruyorum çünkü- hemcinslerine ellerinde bir sopayla yaklaşan öğretmen tavrı sergilediler. Haddizatında muhafazakâr olan bu kadınlar namus ve iffetlerini, aile kadını konumlarını garanti altına alma hissiyatıyla kamusal alanda erkeksi bir tutuma sığındılar. Başka da örnek alacakları bir model yoktu bulundukları yerde. Güneydoğu’daki kadınların bayan unvanını çok kolay benimsemesi gibi. Çünkü ondan önce -Güneydoğu’daki kadınlar için- Türkçe yok, kamusal bir dil de mevcut değil. Türkçedeki “bayan”la karşılaşmalarıyla kamusallıkla karşılaşmaları adeta örtüşüyor. Sanki o yüzden de başka yörelere nazaran “bayan”ı daha rahat benimsiyorlar.
Buradan iki noktaya geleceğim, birincisi İslami kesimin kadınlar için aşağı yukarı elli sene boyunca bir görünmezlik var. Bu kadınlar kamusal alanda namevcutlar. Veya hizmetli, işçi olarak kaqbul görüyorlar. Diğerleri neredeler?
Kamusal alan ve “agorafobik dönem” tanımına da biraz değinsek…
Kamusal hak mücadelesi veren kadınlar da Kemalist kadınlarınkini hatırlatan bir kaygıyla mütedeyyin kesimlere karşı “biz kamusal alan mücadelesi verirken yanlış bir amaç gütmüyoruz, değerlerimizi gözetiyoruz” demek istermiş gibi kendilerini bir tür koruma altına alma kaygısıyla erkeksi bir ifadeye bürünmüş, hatta, lafa söze maruz kalmamak için çekici görünmemeye çalışmışlardır. Bizler için üstelik iki yönlüydü baskı: Hem kimi muhafazakâr çevreler hem de seküler kesimler kamusal alanda bulunmamıza karşı çıkıyordu. İlki kamusal alan mücadelesiyle günaha gireceğimizi öne sürerken ikinciler de ‘‘o çirkin kılıklarla’’ kamusal alanın düzenini bozduğumuzu öne sürmekteydi. Bu nedenle kendine alan açabilen mütedeyyin kadınlar da Kemalist kadınlar gibi pardesü ve başörtüleriyle erkeksi, sert adımlarla hareket ediyorlar.
Şehirlerimizin yapısının arka planında antik Yunan şehirlerinin kodları var. “Namuslu” kadınlar, kız çocuklarıyla beraber evlerde özel bölgelerde yaşarken, evin erkeğinin kölelerle, yolcularla, cariyelerle, “hafif” kadınlarla ve diğer konuklarıyla evin salonunda vakit geçirebildiği bir arka plan. Kadınların güvenliği açısından sokaklar bir sorun, balkonlar bir sorun, iş yerleri, asansörler… Küreselleşmenin şiarların arasında güvenlik vaadi vardı ama o güvenliği varlıklılar, türdeşleriyle birlikte sitelere kapanmakta arıyorlar. Geri kalana şehir alanı güvensiz, tehditlerle dolu. Bu yüzden belki, kimi genç kızlar sosyal medyada ve sokaklarda annelerinin uzak durduğu küfür dilini adeta bir zırh gibi kuşanıyorlar, saldırıya açık nahif bir varlık, parçalı bir beden algısını kendilerinden uzaklaştırmak için. Bu, kadın cinayetlerinin insiyaki bir şekilde oluşturduğu bir hâl ama tabii sokağın yerleşik dilinin hakimiyetinden de bağımsız okuyamayız.
Kadınların küfürleri farkına bile varmaksızın bir savunma aracı, bir zırh gibi kullanıyor olabileceğini, son dönemlerde okuduğum genç kadınların yazdığı bazı öykü ve romanlardaki dil de düşündürdü bana. Bir de bizim kuşakta erkekler çevrelerindeki kadınlara ‘‘bacı’’ derlerdi. Ama şimdilerde erkeklerin etraflarındaki kadınlarla konuşurken ‘‘abi’’ dediklerini fark ediyorum. “Bacı”yı ‘’bayan’’dan doğru “abi”ye götüren bir kamusal dil düşündürücü geliyor.