Geçen sefer de söyledim; Fransız Devrimi aslında ilk devrimdi, çünkü 1640-47 İngiliz ve 1775-83 Amerikan devrimlerinin asla yapmadığı ölçüde, aklını başından aldı dünyanın. Bu niteliğiyle de insanın ansızın ve hazırlıksız yakalandığı ilk gençlik aşkını andırır. Hani, daha önce başınıza gelmediğinden tamamen gafil avlanıp kaybolursunuz ya, baş döndürücü bir duygu fırtınasında… Bir daha tekrarlanmaz, çünkü o safiyet, o naiflik yitirilmiştir; sonrakilerde hep o tecrübe mevcuttur; işaretlerden tanır, anlarsınız ne olmakta olduğunu.
İşte 1789 da öyle gerçekleşti bir bakıma. Bir, daha önce Avrupa anakarasında devrim olmamıştı ki ne olduğunu kavrasınlar. Hattâ iki, ortada devrim fikri de yoktu: Fransız Devrimi son plansız, programsız, kastedilmemiş, niyetlenilmemiş, gerçekten spontane devrimdi – tâ, kazara patlak vermesini izleyen tırmanış sürecine kadar. Sonraki devrimlerde hep, devrim yapmayı (yani siyasî iktidarı şiddet yoluyla devirmeyi) amaçlayan bireylerin, grupların, partilerin, programların, platformların… önceden varlığı söz konusu oldu. Fransız Devriminde ise yoktu böyle bir şey. Daha geride, Aydınlanma’da da devrim fikri mevcut değildi. Philosophe’lar (öyle deniyordu) mevcut kurumları amansızca ve sınırsızca eleştiriyordu (5. ve 6. bölümlerde anlattım bunu), ama kötü dediklerini ayaklanıp yıkmayı önermiyordu. Tabakalar Genel Meclisi kralın çağrısıyla 1789 Mayıs başlarında toplandığında dahi yoktu böyle bir fikir. Devrim kendi benliğini, bilincini, teorisini hep süreç içinde oluşturdu. 20 Haziran’daki Tenis Kortu toplantısında, Fransa’ya bir anayasa vermeden dağılmayacağız diye yemin etmeleri, devrimin ilk net programıydı. Onu, 14 Temmuz’da Bastille’in zaptıyla devrimci şiddetin sahneye çıkması izledi. Onu, dış tehdit karşısında 1793-94’te Jakobenlerin iktidarı el geçirmesi izledi. Kuvvetler ayrılığı terkedildi. Yürütme ve yargı gücü, olanca idari yetkilerinin yanı sıra temyizsiz yüksek mahkeme görevi de gören 12 kişilik Kamu Selâmeti Komitesi’nde toplandı. Robespierre ve Saint-Just, tabii devrimin hedefi demokrasi ve hukuk devletidir, ama şimdi olağanüstü bir dönemde geçiyoruz ve devrimin bekası her şeyden önemlidir, tehlike geçince normale döneriz diye özetlenebilecek argümanlarla, ilk devrimci diktatörlük teorisini kurdu. Uygulamasında, Terör dönemi yaşandı (La Terreur, yani Dehşet; bu kavram da Fransız Devriminin icatlarındandır). En ufak karşı-devrimcilik şüphesiyle binlerce (uç tahminlerde, belki 43,000?) insanın giyotinde kafası kesildi. En korkuncu, kimsenin birkaç gün, belki birkaç saat sonra kendi başına ne geleceğini bilmemesiydi. Devrim adına bu denli keyfîliğe karşı sathın altında biriken tepkiler, kanun ve nizam özlemini geri getirdi. Kan banyosu ancak 27 Temmuz 1794’te Robespierre ve arkadaşlarının da tutuklanıp giyotine gönderilmesiyle durdurulabildi. Devrimin yıkıcı dalgası inişe geçti. İstikrar arayışı, sırasıyla Direktuvar, Konsüllük ve İmparatorluk rejimlerine yol açtı. Napolyon, Fransız Devriminin önce kurtarıcı askerî lideri ve sonra askerî diktatörü oldu.
Bütün bu karmaşık gelişmeler sol kültüre eşitsiz, dengesiz, asimetrik biçimde yansıdı. İlk aşk ağır bastı. Aşağıdanlığa, ayaklanmacılığa, baldırıçıplakların gök katlarını fethetmesine hayranlık, terazinin diğer kefesindeki pek çok şeyi affettirdi. Devrimin (muazzam) bedeli küçümsendi, asgarîleştirildi, “kurunun yanında yaş da yanar” veya “yumurtaları kırmadan omlet yapamazsın” gibi soğuk ve nasırlı aforizmalarla geçiştirilmeye çalışıldı. Radikal sol, radikal sol olarak kaldığı ölçüde, (27 Temmuz) Thermidor Reaksiyonu’ndan, durulma ve durgunluktan nefret etti. Robespierre’in yasını tuttu. 1830, 1848 ve 1870 Paris Komünü devrimlerine sarıldı. Yenilgilerine hayıflandı. Beethoven’ın (1770-1827) epik senfonileriyle, Heinrich Heine’nin (1797-1856) şiirleriyle, Chopin’in (1810-1849) 1830 dalgası sırasında bestelediği Op. 10, No. 12 “İhtilâl Etüdü”yle (Étude révolutionnaire), Delacroix’nın (1798-1863) gene 1830’da yaptığı “Hürriyet Halka Önderlik Ediyor” (La Liberté guidant le peuple) tablosuyla (aşağıda) soluk alıp verdi.
Peki ya Goya? Fransız ordusunun İspanya’daki vahşetine reaksiyonu? “Savaşın Felâketleri” (Los desastres de la guerra, 1810-1820) serisindeki eskiz ve baskıları? 3 Mayıs 1808 İdamları başlıklı (yukarıdaki) kurşuna dizilme sahnesi? Kara Dönem tabloları? Yürüyen ve nereye bastığını görmeyen, umursamayan devin ayakları altında ezilen, kaçışan insancıklar? Bunları pek görmüyoruz sol kültürde. Bunları benimserseniz, zaten çıkıyorsunuz solun devrimci ana mecrasından. Belki komünist değil sosyalist (demokratik sosyalist), hattâ daha yumuşak bir sol-demokrat oluyorsunuz (benim gibi). Devrimin maliyetlerini öne çıkarmanın yol açtığı (açabileceği) merhamet, barış, hümanizm, savaş karşıtlığı, şiddet karşıtlığı duygu ve düşünceleri, isterseniz ahlâkı diyelim, Marksist ve Kemalist varyantlarıyla Türkiye’nin radikal sol kültürünün dışında kalıyor.