Türkiye’de felsefe yayıncılığı hiç olmadığı kadar büyüdü. Felsefe odaklı yeni yayınevlerinin kurulması yanında eskiden beri yayıncılık yapan büyük yayınevlerinin felsefeye gittikçe daha geniş yer ayırdığı görülebiliyor. Aynı zamanda felsefe programları yapan youtube kanalları ve bu kanalların sosyal medya hesapları da gittikçe daha popülerleşiyor.
Mücahit Bilici, Türkiye’de felsefe neden patladı? başlıklı yazısında, felsefeye bu ilgi artışının ne insanların felsefî sorulara merakından, ne toplumun iktidara karşı adalet arayışından, ne de toplumsal çözülmeden kaynaklandığını söylüyor. Ona göre, felsefeye yönelen ilginin tetikleyici sebepleri arasında felsefe yok. Ne var o zaman? Zenginleşen ve iktisadi anlamda kabuk değiştiren toplumun ihtiyaçları arasında felsefenin olmasıyla ilgisi var, ona göre. Dolayısıyla Bilici, felsefe sınıfsal olduğu için felsefenin patlamasının da sınıfsal olduğunu belirtiyor.
Bu iddia, sosyolojik olarak ne kadar desteklenebilir bilmiyorum. Ancak iddiadaki felsefe tanımının ve felsefeye bakış açısının eleştiriye ihtiyacı var. Bu eleştiri, felsefenin neden patladığına dair daha açık bir görüş de sunacaktır umarım.
Öncelikle felsefe, mutlak bir tanıma sahip değil. Felsefenin kendisi felsefeyi tanımlama tartışmalarıyla dolu. Bilimlerde gördüğümüz kesin sınırlara sahip olmadığı için suçlanan felsefe, bazı filozoflar için bile yolun sonuna gelmişti. Örneğin Wittgenstein, 1922’de Tractatus’u yayınladığında doğa bilimleri ve mühendislikteki kadar kesin sonuçlar verebilecek bir felsefe arayışındaydı. Doğayı fizik ve kimya ile, canlıları biyoloji ile, uzayı astronomi, toplumları sosyoloji, insanın iç dünyasını psikoloji açıklıyorsa, felsefeye neden gerek duyalım? Kısacası felsefeyi, felsefe tarihinden ibaret olarak düşünenler, bilimsel yöntemin gelişmesiyle felsefeye bilimler arasında yer kalmadığını da söylemiş olurlar. Yani, bir şey ya bilimseldir ya da yanlıştır yaklaşımı, bu pozitivist çerçevenin ürünüdür.
Ancak felsefe, felsefe tarihinden ibaret olmadığı için, din, bilim, sanat, siyaset veya ticaretle uğraşan herkesin düşüncelerinde yer bulmaya devam etmiştir. Yirminci yüzyılın son çeyreği, felsefenin nasıl farklı şekillerde tekrar entelektüel hayata dahil olduğunu gösterir. Birbirinden ilginç ve iddialı din felsefesi, siyaset felsefesi, sanat felsefesi metinlerinin yazılması ve etki uyandırması da bunu destekler. Dahası, kariyerlerine bilim adamı olarak başlayıp sonra tamamıyla felsefeye yönelen isimlerin gittikçe arttığını da gözlemliyoruz. Felsefeye artan ilgi, her şeyden önce böyle bir küresel dönüşümün parçasıdır.
İkinci olarak, felsefenin bir sınıf meselesi olduğu iddiası, felsefedeki değişimi gözden kaçırıyor. Felsefe yapmak, belki bundan yüz yıl önceye kadar, felsefî kaynaklara ulaşım ve tartışmalara katılma anlamında sınıfsal ayrıcalıklar gerektiriyordu. Kitaplar, dersler, yazı mecraları belli ekonomik rahatlık istiyordu. Belki Antik Yunan’da felsefenin böyle bir refah ortamında başlaması, hep böyle olacağını düşündürdü. Ancak bugün durum farklı. Geçmişte sosyoloji de, psikoloji de, fizik de zenginleşen toplumlarda zenginlerin ulaştığı şeylerdi. Bugün hiçbir alanda böyle bir sosyal tabakalaşma göstergesi yok. Aksine, akademik üretimin çoğu, ekonomik alt sınıflardan gelen insanlar tarafından yapılıyor. Akademik bir araştırma alanı olarak felsefe de bundan çok bağımsız değil. Kısacası, felsefenin belli bir refahı gerektirdiği doğru olsa bile, bunun ekonomik olarak bir sınıfsal gösterge olduğunu düşünmüyorum.
Akademiyi bir kenara bıraksak da sonuç değişmiyor. Felsefeyi popüler hale getiren kitaplar ve dijital yayınlar hiç de sadece zenginler tarafından üretiliyor veya tüketiliyor değil. Zenginleşen insanların daha çok felsefe okuyacağına, felsefeye daha çok vakit ayıracağına dair varsayım yanlış yani. Zenginleşen insanların daha çok boş vakte sahip olduğu zamanlar geçmişte kaldı. Boş vakti olanların da bu vakitleri kitap okuyarak doldurduklarını düşünmek çok romantik olur. Diğer taraftan, Türkiye bir bütün olarak zenginleşti ve bu yüzden de boş vakitlerinde felsefe yapıyor gibi bir açıklama, bugünün ödül-temelli zihnini okuyamamak demektir. Çünkü boş vakitte yapılacak belki en zor ve sonuçsuz işlerden biri felsefe. Buna rağmen kitap okuyan, youtube videoları üzerinden felsefe dersleri alan, filozofları sosyal medyadan takip eden bir kitle, boş zamanını başka şeyle değil felsefe ile doldurmayı tercih eden bir kitledir. En azından soruları olan bir kitledir. Tartışmayı seven bir kitledir. Kısacası, zenginliğin olup olmaması ne popüler ne de akademik felsefeyi etkilemiş görünüyor.
Son olarak, felsefeye dair üretim beklentisinde de bir sorun olduğunu belirtmek gerek. Felsefe, esas itibariyle insanın kendi bulunduğu konumu keşfetmesiyle ilgilidir, yani fizik gibi madde ve enerjinin keşfi veya sosyoloji gibi toplumu oluşturan ilke ve davranışların keşfedilmesiyle değil. Bu da demektir ki, felsefeyle ilgilenen insanların mutlaka bir şekilde üretim yapmasını bekleyemeyiz. Eğer pozitivist bir çerçeveden konuşmuyorsak, insanın inanç ve ihtiyaçlarının bilimsel sınırları aştığını da, bunun için arayışta olacağını da kabul edebiliriz. Felsefeye ilginin artmasının sosyolojik sebepleri olabilir. Ancak neden başka şey değil de felsefe? Bu sorunun cevabı sosyolojik olarak verilemez; bizzat felsefenin insanlara ne vadettiğini konuşmak gerekir.
Bu mesele bize şunu hatırlatmalı: her şeyin sınıfsal okunabilmesi, her şeyin sınıfsal olduğu anlamına gelmez. Çünkü hiçbir şey, her şeyin açıklaması olmaz.
*Dr. Yasin Ramazan – Boğaziçi Üniversitesi