Almodovar’ın filmlerinden fışkırmış evler vardır. Metropollerin orta sınıflara ayrılmış semtlerinin ağaçlı temiz ara sokaklarında, yaşlı apartmanların teraslarında ya da bahçe katlarında yer bulurlar kendilerine. Duyarlı, incelikli, çoğu kere yaralı kadınların ördükleri kozalardır onlar. Her sayfası reklamlarla boğulmuş “sweet home” mecmuaların “modellerine” yüz vermeden; avuç dolusu paralar dökülmeden; görmemişliğin rekabetlerine uğramadan; sadece iç sesinin izini sürerek adım adım örülmüş özgün kozalar. Bütün “özgünlükleriyle” birbirlerini andırırlar…
“Koltuk takımları”, “oturma grupları”, “vitrinler”, “kadife perdeler”, “kristal avizeler”… Ev taşınmalarının kâbusu bu demode ağır ev silahları, adımını atamaz bu evlere. Eski kiracılarla birlikte hayattan çekilmişlerdir artık. Üç çocuklu, kaynatalı ailelerin sırtında yeni peydahlanan semtlerin yolunu tutmuşlardır.
Şimdi, yalnızların mabedidir burası. Şık abajurların loş ışıkları, hasır yer halıları, her biri tek tek seçilmiş koltuk ve kanepesiyle; gün ışığını kendi rengine boyayan pastel perdeleri, örülmüş tülleri, yemek masası yerine de kullanılan geniş, basık, masif sehpasıyla ve elbette bir işçilik harikası olan kitaplığıyla yeni bir dünya kurulmuştur. Klimt’in reprodüksiyonları duvarlara yerleşmiş; dünyanın dört bir köşesinden magnetler buzdolabını kapatmış; ağaçtan oyma heykeller, her biri Avrupa şehirlerinde seçkin dükkânlardan toplanmış cıvıl cıvıl objeler, küçük gümüş ya da deri çerçevelere yerleştirilmiş sıra dışı fotoğraflar özenli bir koreografiyle salona dağılmış; fısıltılı derin sohbetlere, uzun susuşlara ev sahipliği yapmaktadırlar.
Şarap içilen evlerdir bunlar. Geniş ağızlı, yüksek ayaklı bardakların birbirine vurulduğu; handmade çerez çanaklarından meyve kuruları ve cevizlerin atıştırıldığı; gece ilerledikçe ellerin tekila shotlarına uzandığı, dedikodunun “hayat analizi” şıklığında yaşandığı, elit kuytular…
İsmet Özel’den bir mısra okuyabilir her an bir misafir. Meraklısına bir müzik dolaşır salonda. Caz ya da World… Belki az bilinen bir Gipsy… Fakat araya ansızın Sezen Aksu’nun “Gel kıyma özledin mi” si girebilir. Girer ve orada her kim varsa hepsine aslında kim olduklarını hatırlatıverir. Onlar da bütün ruhlarıyla bırakırlar kendilerini; direnmezler…
Bu evler sahte değildir. Benimsenmiş, sindirilmiş, yerleşik hayatların sahneleridirler. Arkalarında yıllar içinde biriktirilmiş beğeniler, detaylara dair seçimler, ince ince adım adım kurulmuş kimlikler vardır. Çoğu, üniversite solculuğunun hamlığından, feminizme, çevreciliğe, minimalizme doğru yol almış; bazısı vejetaryen olmuş; Hindistan’la tanışmış; Nepal’e gitmiş; Doğu’nun büyüsünü tatmış ama kendi doğululuğu karşısında oryantalist kalmış naif insanlardır.
Hayatları her şeyden çok aşk aramakla, bulmakla ve acısını yaşamakla geçmiştir.
Loser değillerdir. Meslekleri, işleri vardır. Dürüst çalışırlar, akıllıdırlar… Ama kırılgandırlar. Hayatta aradıklarını bulamadıkları duygusu yakalarını bırakmaz. Çünkü gerçekten aradıklarını bulamamışlardır. Ne işte, ne aşkta ve hatta ne de dostlukta…
Bu evlere “iş kazası”, “şehit haberi” gibi kötülükler uğramaz.
Ama hüzün de pek eksik olmaz…
Bir de Zeki Demirkubuz’un filmlerinden tanıdığımız evler vardır.
Sertliğin, yoksulluğun, umutsuzluğun, ahlaksızlığın kol gezdiği evler. Çirkin badanalı duvarlar, kaba divanlar, hırpalanmış soluk halılar, yükseklere yapıştırılmış posterler, kornişli perdeler…
Eskiden floresanlar aydınlatırdı o evleri. Şimdi spiral ekonomik ampuller olanca parlaklıklarıyla çıplak asılı duruyorlar.
Alaturka tuvaletleri, can alan şofbenleri, sigara kokulu salonlarıyla; küfürlerin eksik olmadığı rakı masalarıyla; ödenemeyen kiraları, komşu kavgaları, çamurlu sokaklarıyla… En alttakilerin dünyasındayız şimdi. Burada da şarap olabilir; en ucuzundan ve su bardaklarında. Ama tekila asla…
Çatlak aynaları, perdeli duşları, plastik sandalyeleriyle çoğunluk dünyası. Kadın, çocuk ve adam; herkesin derece derece şiddeti paylaştığı umutsuz hayatların köhne sığınakları.
Bu evler de sahte değildir. Mağlup başlamış, çırpınmış ya da boş vermiş hayatlar vardır ardında. Mahalle ilkokulundan sonra gördüğü ilk devlet binası polis karakolu olan çok çocuklu sokaklarda kafa göz yara yara yaşanmış ergenlik; belki bir çıraklık ama çoğu kere aylaklığın ardından askerlik ve ardından büyük çaresizlik.
Kötü haberler bu evler içindir daha çok. Hayat buralarda acıdır, ekşidir, eksiktir…
* * *
Almodovar evlerinde yaşayanlar, Demirkubuz evlerinde yaşayanların maruz kaldıkları yoksulluğa, adaletsizliğe, ezilmişliğe duyarlıdırlar. Eski zamanlarda, Demirkubuz mahallesinin düzeni değiştireceğine; eşitlerin, özgürlerin dünyasını kuracağına dair bir inanç da beslerlerdi. Şimdi artık bunlar konuşulmuyor.
O zamanlar evler ve insanlar bu kadar farklılaşmamıştı belki de. Belki de bakmasını bilmediğimiz için bize öyle geliyordu.
Ama artık “Hayat tarzı” diye bir şey var. Ve hayat tarzı, hiç de özgürce seçtiğimiz bir şey değil. İçine doğduğumuz çevre, bizden önce örülmüş duvarlar, ulaşabileceğimiz kapılar ve belki de talihin bize göstereceği yüzüyle belirlenen bir oyun alanı “hayat tarzı” dediğimiz şey.
Kendimize ait zannettiğimiz “tarz”; içine yerleştiğimiz ekonomik kültürel kimliğin içselleştirilmiş, kişiselleştirilmiş bir versiyonundan başka bir şey değil.
Galiba, hiçbir şey evlerimizden daha fazla anlatamaz onu.
Ve aramızdaki uçurumu…